RSS

Notebook tamiri ve netbook tamiri için yetkili servisler..


Teknoloji o kadar çabuk gelişiyor ki artık bu gelişim hızına yetişemiyoruz. İlk bilgisayar üretildiğin de insanlar imrenerek bu yüzyılın icadını incelemişlerdi.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Bu Beden Kitle İndeksi ile ilgili kamu spotu tam olarak dogru degil ki...

Bu Beden Kitle İndeksi ile ilgili kamu spotu tam olarak dogru degil ki...
1) Profesyonel sporcularda kas agirligi sebebi ile bahsedilen deger yuksek olabilir

Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Diyabette (Şeker Hastalığı) Beslenme ve Diyet


Diyabet vücudunuzdaki pankreas bezinin yeterli oranda insülin üretememesi veya üretilen insülin hormonunun tam olarak kullanılamaması nedeni ile oluşan bir hastalıktır. Maalesef ömür boyu sürecek bir hastalıktır ve bu nedenden dolayı sıkı bir disiplin gerektirir.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

SPORCULAR İÇİN BESLENME NEDEN ÖNEMLİDİR?


Yeterli ve dengeli beslenmek hayatını sağlıklı sürdürmek isteyen her insan için önem taşımaktadır. Sporcular içinde bu durum farklı değildir. Sağlıklı beslenme, sporculara performans artışı, üst düzey konsantrasyon ve motivasyon sağlarken, yetersiz ve dengesiz bir diyet sağlık problemlerine ve performans düşüklüğüne sebep olabilir.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

HER SPORCU BİR DİYETİSYEN İLE ÇALIŞMALI… PEKİ NEDEN?


Diyetisyenler, sağlıklı beslenme konusunda gerekli donanıma sahip tek iş kolu olduğundan dolayı, toplumda beslenme konusunda bilinçlenmek isteyen herkes bu gruptan danışmanlık almalıdır. Sporcuların istedikleri yüksek performansta sağlıklı beslenme ile sağlanabilmektedir. Bir sporcu diyetisyenden yardım alarak hem başarısı, hem de sağlığı için geleceğe yatırım yapmaktadır.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

DİYET VE PİLATES: PİLATES YAPANLAR NASIL BESLENMELİ?


Pilates, vücutta sırt ve karın kaslarının eşit oranda güçlenmesini sağlayarak üst iskelete daha fazla güç kazandırmayı amaçlayan ve bunu başarırken aynı zamanda zihin ve beden bütünlüğü sağlamak için nefes unsurundan yararlanan bir egzersiz çeşidi olarak tanımlanabilir.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Hindistan Mutfağında Tutarlı Beslenme E-diyetisyen

Sıcak ve baharatlı, sebzeli seçeneklerin, lezzetli ekmeklerin ve karbonhidrat türlerinin bolca yer aldığı Hindistan mutfağından da sağlıklı ve tutarlı seçenekler bulmak mümkün…
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Beşiktaş’tan E-Diyetisyen’e Nasıl Gelinir?


Beşiktaş’tan E-Diyetisyen’e ulaşmak sadece 10 dk! Taksim’de bulunan beslenme ve diyet merkezimiz Tutarlı Diyet’e Beşiktaş üzerinden kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Son Yıllardaki En Önemli İcatlardan Biri Olan Laptoplarımız...


Son Yıllardaki En Önemli İcatlardan Biri Olan Laptoplarımız...

Teknolojinin hayatımızda büyük yerler kapladığı, iş hayatında ve günlük yaşamda sıkça yardımına ihtiyaç duyduğumuz ve yardımını aldığımız laptoplar şüphesiz ki son yıllardaki en büyük yardımcılarımız konumundalar.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

FORMDA OLMAK NEDİR? Gizem Tutar

Formda olmak hepimizin bildiği gibi sürekli spor yapmak veya kaslı bir vücut yapısına sahip olmak değildir. Formda olmak, bireyin sadece vücut sağlığının değil, ruhsal ve zihinsel sağlığının da yerinde olması anlamına gelir. Kısacası en iyi sağlık durumu veya iyi hal durumu olarak tanımlanabilir.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Yazın verdiğiniz kiloları sonbaharda geri almayın!

Diyetisyen Gizem Tutar, sonbahar mevsiminin yazın verilen kiloları geri almak açısından çok riskli bir dönem olduğunu belirtiyor. Kışın habercisi sayılan bu dönemde yapılması gerekenleri anlatan ve sonbaharda fit kalmak isteyenlerin sofralarından eksik etmemesi gereken 5 temel besin maddesini açıklayan Tutar, hareketin azaldığı bu dönemde canınız tatlı istediğinde başvurabileceğiniz pratik çözümlerden de bahsediyor.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Kortizon kullanıyorsanız aşağıdaki kurallara dikkat etmelisiniz.

- Günde 3 saatten uzun aç kalma - Yatmadan 2 saat önce yemeyi kes. - Tuz kullanma, tuzsuz etimek veya ekmek kullan. - Beyaz şekeri tamamen kes. - Patates, havuç, mısır, üzüm, muz, incir, kavun karpuz ve pirinç tüketme. - Her gün mutlaka bir ana öğünün et veya tavuk veya balık olsun. - Günde 2 su bardağı light süt veya yoğurt veya ayran mutlaka tüket. Gizem Tutar
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Bavulunuzu Hazırlamadan Bonvagon.com'a Göz Atın


Henüz tanışmamışlar için belirtelim. Bonvagon, “gezer, seçer, getirir!” mottosuyla geçtiğimiz Eylül ayında yola çıkmış ve kısa sürede popüler hale gelmiş bir alışveriş kulübü.

Her gün sıradışı tasarım ürünler, özenle seçilmiş markalar ve ilginç aktiviteleri %70’e varan fiyatlarla üyelerine getiren site, şehri yaşayanlar kategorisi ile şarap/viski tadım aktivitelerinden, özel rehberler eşliğinde düzenlediği Fener, Balat, Kapalı Çarşı turlarına gezmeyi sevenlerin en sık ziyaret ettiği sitelerden biri olmayı başardı.

Türk tasarımcıları buluşturdu.

Bonvagon’u heyecanla takip etmemizin bir diğer sebebi de tematik kampanyaları. Bu hafta Sıra dışı Tasarımcılar, Konuşan Tasarımlar isimli kampanyasıyla Türkiye’den seçtiği 27 tasarımcıyı, en orijinal ürünleri ile birlikte tasarım tutkunlarının karşısına çıkarıyor. Aida Pekin, Karaca Erdem, Dani Benreytan, Itır Saran’ın da içlerinde bulunduğu tasarımcıların eşi görülmemiş tasarımları sadece bir kaç tık ile ulaşılabilir hale getiriyor. Gelecek aylarda bizi bekleyen sürprizlerden ilk önce haberdar olmak için merakla Bonvagon’u takip ediyoruz. www.bonvagon.com’a hala üye olmadıysanız, acele edin deriz. Çünkü Mart ayı boyunca Bonvagon'a davet ettiğiniz her arkadaşınız sayesinde hem siz hem de arkadaşınız 25TL kazanıyor!

Bir bumads advertorial içeriğidir.
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Kartalkaya'yı Ateşleyenler

Hayalin bir dağın tepesine karlarla kaplı olsa da ateşle iz bırakmak kadar zor bir şey olsa bile peşini bırakma. Önce hayal eder, sonra o hayale inanırsın; nasıl yapabileceğini tasarlar ve denersin, yılmadan. Yeterince denersen, neden olmasın?

Onlar tam da bunu yaptı. Karlarla kaplı Kartalkaya’nın zirvesine ateşle iz bırakabileceklerine inandılar. Burn, sadece ihtiyaç duydukları cesaret ve enerji desteğini sağlayarak bir hayali ateşledi. Onlar da tutkularının peşinde yola çıktılar. Boardlarını hazırladılar, pompalarla modifiye ettiler, rampalarını kurdular ve kaydılar. Olmadı, baştan aldılar, onları amaçlarına ulaştıracak şartları gerçekleştirmeyi başarana kadar, tekrar tekrar.

Ve 3. gün de bitip gece yarısı olduğunda Kartalkaya’da istedikleri ateşi yakmayı başardılar. Çektikleri videoyla da ‘İçindeki kıvılcım nasıl kocaman bir ateşe dönüşür’ü hepimize gösterdiler. Tutku ve cesaretle yanmayacak ateş yoktu, inandık. Burn, gençleri tutkularından başka bir şeye kulak asmadan, istediklerini alana kadar denemeye, vazgeçmeden denemeye çağırıyor. Tutkuları cesaretle besleyen kocaman bir ateş yakmak için Burn gençleri ateşlemeye devam edecek.

İçindeki kıvılcımı farket ve büyüt. Burn ateşler.

http://www.facebook.com/BurnTurkiye

Bir bumads advertorial içeriğidir.

Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan Sony VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!

Sony, en renkli VAIO serisi için Ece Sükan'la güzel bir işe imza attı. Ünlü moda ikonu Ece Sükan, benim bloguma yakışacak olan rengi belirledi. Blogları tek tek inceleyen Ece Sükan içerik, tasarım ve duruşa göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana beyaz VAIO'yu seçti.

Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin…

Bir bumads advertorial içeriğidir.

sony-vaio
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Sen ne kadar önemsemesen de, İYİ Kİ DOĞDUN!

Biliyorum… Şu anda en son düşünmek istediğin şey doğum günün… Eğlenmeye bile halin yokken, ne doğum günü değil mi? Sen ne kadar önemsemesen de, senin gününü önemseyen çok kişi olduğu için sevinmelisin bence…

“Allah sevdiği kulunu sınarmış”… Sınav bittiğinde de yüzüne gülermiş. Hep bunu dedim sana, yineliyorum… İnanmıyorsan, bana bakman yeterli oysa…

Seni sana anlatmak o kadar zor ki…

Düşünüyorum da, buraya ne hissettiğimi anlatamayacağım bir adam yok gibi… Ama söz konusu sensen kelimelere dökmek bir o kadar zorlaşıyor… Herşeyi ortada, kapalı bir kutu gibisin… Tepkini ölçmek hem kolay hem çok zor…

Hani bazen diyorsun ya… “Abla, aklıma hiç gelmezdi sizinle bu günlere geleceğimiz” diye… Belki de hikayeye buradan başlamak gerekli.

Sen bir gün bana beni ilk gördüğün günü anlatmıştın ya uzun uzun, ben de sana hiçbir şey hatırlamıyorum demiştim…

Bir mutfakta tanıdım seni… Bir iş yerinin mutfağı… Ortam duman altı, kızsal dedikodular… Pencerenin kenarında, her zamanki bir kolunu diğer kolunun üzerine dayayıp, bir ayağının üzerine yüklenerek duruyordun, her zaman ki gibi hafif gözlerini kısmış, canının sıkıldığı belli olarak dinliyordun ortamdaki muhabbeti. Ben her zamanki gibi mutfağa gürültülü bir giriş yapıp hemen muhabbetin ortasına girmiştim. Tanıştık, askerden yeni gelmiştin. Ağabeyin o iş yerinde çalışıyordu, bir nevi ziyaretteydin. 

Günler veya aylar sonra seni takım elbise ile aynı iş yerinin bankosunda çalışırken gördüm…

Bu süreç zarfında soğuk ama efendi olduğun görüşü dışında hiçbir şey yoktu kafamda. Ortamda herkes ile fazlasıyla muhabbetim varken, hep uzak durdum senden biraz… Fazlasıyla sınırlı birinin yanına yaklaşmak her zaman zor gelir bana…

Hayat aktı gitti…

Mert’in askerlik zamanı geldi, bizim de yeni bir asistan bulmamızın vakti…

Sonra sen geldin görüşmeye… Ben daha bir gün önce “Serkan gelse bu gün işe alırdım” demişken hem de…
Bilir misin benim hayatımda işaretler vardır. Kafam karıştığında, önümü göremediğimde, karar veremediğimde ya da farkında olmadan kendime zarar verecek bir şey yapmak üzereyken, birini hayatıma sokmam veya onu çıkarmam gerektiğinde önüme bir işaret gelir hep Allah’ın gör kulum dediği… Senin o kapıdan girmen hiç beklemediğim bir işaretti benim için…

Asistanım olarak çok şey yaptın benim için… İş yerimde benim yapmamam gereken ama hep benim yapmak zorunda kaldığım şeyleri aldın üzerimden… Konforumu arttırdın… Sinirli oldum, nazımı çektin… İlk işe girdiğinde ayağım kırıktı, beni her gün eve kadar taşıdın… Olmayacak işler bekledim senden, yılmadan yaptın… Bir kere ne yüzüme “of” dedin ne arkamdan… Ne ekmeğimde oldu gözün, ne huzurumda… Hiç beklentim kadar güzel bir neskafe yapamadın ama kimse yokken pencere kenarında sıcacık Türk kahvesi ile sıcacık sohbetler ettin benimle.

Arkadaşımız oldun… Çok güzel vakit geçirdik seninle… Yanında genç hissettik biz… Diğer herkesten farklı oldun, hem dinledin hem anladın.

Bu dönemin adamı olmadığını o kadar iyi anladım ki artık… Sen 70’lerde genç olmalıymışsın, bu zaman senin için fazla kirli, fazla umutsuz, fazla idealsiz aslında.

Daha fazla şey yazasım var hazır açılmışken ama biliyorsun sebeplerini devam edemeyecek olmamın… Hem böylesi daha iyi belki de, bazı şeyler konuşulduğunda hikaye bozulur.

Biliyorum…
Kızdırdım seni bazen… Ama sende beni…
Kırdım seni bazen, kırmak istemeden… Ama sende beni…
Zorladım seni bazen, bilerek ve isteyerek… Ama sende beni…

…..

Hep dediğim gibi sana “Sen gül, Dünya gülsün…”

Mutlu yıllar Serkan (Koray) Kurtay… Bundan önce yaşamak durumunda kaldıkların, bundan sonraki yaşlarda mutluluğunun teminatı olsun…

Mutlu yıllar ablacım…

Gizem
23 Şubat 
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PESCATORE… EN SEVDİĞİM ÜÇ ŞEYİN BİR CÜMLEDE BULUŞTUĞU AN: ARKADAŞLARLA RAKI BALIK

Pazar günü, benim yine “gezme heyheylerim” üzerimde olduğundan herkese bulaşıp, Sarıyer’e balık yemeye gitmeye ikna etmeyi başardım.

Trafik çok sıkışık olduğu için “Herkesinde balık yiyesi varmış” diye acıka acıka gittiğimiz yolda aslında gerçek durağımız Balıkçı Recai olacakken, birden Pescatore’de aldık soluğu…

Yol üzeri olduğu için neresi olduğuna bile bakmadan içeri girdik. Eşimle ben uzun süre aç kalınca Snickers reklamlarındaki “Açken sen sen değilsin” sloganındaki tiplere dönüşüyoruz çünkü. E ne de olsa ruhta diyetisyenlik var, 3 saatten uzun aç kalamıyor işte J

İlk başlarda istediğim mekâna ulaşamamanın soğukluğuyla garsona fazla sevimsiz görünmüş olmalıyım ki; adam bizim masa ile son derece yakından ilgilenerek mest etti bizi…

Ortam güzel fakat kapalı mekânlarda yemek yemek beni fazlasıyla sıktığından ötürü yazın gitmek daha uygun olur diye düşünüyorum. Mezeleri ve yemekleri ise gayet başarılıydı.

Mezelerden favorim olan patlıcan salatasına bayıldım… Çünkü patlıcan salatasını öyle herkes güzel yapamaz. Pescatore’deki gayet güzeldi.

Arkadaşlar hamsi seçerken, benim rakı ile olan birlikteliğine hayranlıkla seyre daldığım ızgara levrekten yana oldu tercihim.

Güzel bir sohbet, güzel bir demlenme, kahkahalar, espriler gırla gitti tabi. Ama bir arkadaşımız soframıza hafif çakırkeyif olarak daha bir neşe kattı… Teşekkürler Ömür J

Mekân olarak kaliteli ve şık bir lokanta görünümde olan Pescatore’de otopark ve vale hizmeti de var. Bütün bunlara rağmen bana göre müdavimi olacak kadar iyi bir rakı mekânı değil.

Yolunuz düşerse yine de uğrayın derim… Ne de olsa balık hem çok lezzetli, hem de çok sağlıklı J

PS: Aslında daha fazla şey yazmak isterdim ama bu gün keyfim yok… Sadece bir yerlere tutunabilmek için yazdım bu yazıyı… İnşallah, daha sonra daha güzel mekanlarda daha uzun ve neşeli yazılarda…

Gizem
Şubat 2012
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

Hayat…

Hayatta öyle anlar vardır ki… Unutamazsın…

Yaraların izi daima kalır çünkü… Kimi zaman hiç dokunmazsın yarana, öylece durur, kabuk bağlar ve zamanla iyileşir, ama izi hep orada kalır… Bunu değiştiremezsin… Hepimizin alnında, dizinde, bileğinde, elinde bir yara izi kalmışlığı vardır, bir de yüreğimizde… Herkesin ortak yara izi yüreğindedir… Çoğu insan güler ama Vizontele’de bir sahne vardır esas oğlanın sevdiği kıza yarasının kabuğunu verdiği… O sahne biri ağlarken ve acı çekerken gelir hep aklıma… İnsanlığın belki de tek ortak yönüdür yüreğinin bir yerinde kimi zaman bir şarkının, kimi zaman bir kokunun tekrar yarasının kabuğunu sızlattığı anlar…

Hayatta öyle anlar vardır ki… Unutmazsın…

Bir anne için evladını ilk koynuna aldığı andır, mutlu bir evlilik için imzayı attığı andır, kimisi için mezuniyet kepini attığı andır… Herkesin unutmak istemediği anlar vardır… Hikâyenin ötesi berisi unutulur genelde ama o “an” hiç unutulmaz… Hatırlamak için özen gösterir insan, çaba verir…

Hasta olunca daha mı fazla düşünür insan bilemem ama söz konusu bensem öyle sanırım…

Gözlerimi kapatınca gözümün önünden geçen unutamadıkların ve unutmadıkların oluyor nedense eğer bir de ateşli bir şekilde yatakta uzanmışsan… Sıtma tutar, bedenini değil ama yüreğini, hastayken o evde yalnızsan…

Alışkanlık herhalde… Çocukken neredeyse 2 kez ölmekten dönmüş biri olarak, hatta hala hatırlarım “Allah’ım ne olur öleyim artık bu kadar canım acımasın” diye hastanelerde veya evde kıvrandığım zamanlarımı… Her ateş geldiğinde güzel anlar, kötü anlar, unutulmazlar, unutmak istemediklerim, özlediklerim, iyi ki gitmiş dediklerim… Herkesten ve her şeyden oluşmuş bir kısa film geçer gözümün önünden…

Hayat, Tutku bisküvinin akışkan kıvamındadır oysa… Her geçen sene birçok sahne değişir, ama bazı sahneler vardır ki onlar hep sabittir…

Hayatımda unutmam dediğim şeyleri unutabildiğimi anlarım böyle bir anda… İngiltere’de okumak en büyük hayalimdi, bütün ayrıntıları hatırlarım ölene kadar diye düşünürdüm gitmeden önce… Şimdiyse daha bir buğulu, daha bir buzdan bir camın arkasında…

Hayatımda unutamam dediğim şeylerin ayrıntılarını silmeye başladığımı fark ederim böyle anlarda… Ve genelde ya ayrıntılarını silmişimdir ya da bilmeden oluşturduğum savunma mekanizmalarım nedeniyle olayı biraz da kendime yontmuşumdur…

Sonuçta hayat işte… Ne kadar kafa yorsan da çözemiyorsun… Kimi zaman hoş bir meltem kimi zaman içinden çıkmak istediğin bir girdap… Ama sonuçta hayat işte…

Aşk gibi meret… Aslında hep dediğim gibi “an”lardan ibaret… Yok merak etmeyin Carpe Diem muhabbetine girmeyeceğim… Tamam doğru Carpe Diem… Ama anı yaşarken de anıları taşımaz mı insan içinde…

Gizem
Şubat 2012 
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

İKİYE BÖLÜNMEK…

Yalanı hiç sevmem ve sevmedim… Rol yapmakta bana göre değil… Ben ne hissediyorsam oyum ve hep öyle kalmak niyetindeyim…

İşim en büyük terapi aracım… Başkalarına yardımcı olmak ve kısa süreli de olsa onların hayatlarına konuk olmak her şeyi ve herkesi unutturur bana… Hayatımda en keyif alarak yaptığım şeyin işim olması çok büyük bir şans, hatta Allah’tan gelmiş olan bir lütuf bence…

Hiçbir zaman rol yapmadım kısmına gelince…

Çok mutluyken çok mutluymuşum gibi davrandım, mutsuzken de mutsuzluğumu saklamadım… Zaten yapmak istesem de beceremem, elime yüzüme bulaştırırım böyle şeyleri. Kızgınlığımı, sevgimi, sevincimi, hüznümü saklamaya çalışsam bile, kimi zaman denemişliğim de vardır bunu, en fazla 1-2 saat becerebilirim…

Derin melankolilere o kadar sık düşmem… Bu özelliğimi severim ve aslında hayatın getirisidir bu bana… Ömrüm boyunca her koşulda tek benimsediğim “Hayat devam ediyor” cümlesidir. Hiçbir kızgınlık, kırgınlık, üzüntü ve hüzün, ondan çok uzun süre alıkoyamaz beni…

Her koşulda “Show must go on” yani J

Bu günlerde ruh halim sıklıkla değişiklik gösterse de, kışın genelde böyleyimdir nedendir bilinmez bir türlü sevemedim şu mevsimi, ikiye bölünmüş gibiyim…

Hani tiyatronun o ünlü simgesi vardır ya, bir tarafı gülen bir tarafı ağlayan bir surat… Onun gibiyim nedense…
Bir yanım gülüyor, eğleniyor, çalışıyor ve yepyeni projelere kafa yorup yeni atılımlar yapmak için derin ve uykusuz mücadeleler veriyor, diğer yanım içten içe kanıyor…

En büyük motivasyon kaynaklarımdan biri hüzün olduğundan ötürü, unutmak için yaratıyor, yaratmak için unutuyorum şu aralar… Yeni bir şeyler ürettikçe gülüyor simge, o yeni şeyleri üretirken ki kaynağı aslında hüzün olduğu için de ağlıyor…

Böyle zamanlarda en güzeli 2 günlük yapayalnız bir tatildir genelde… Kaliteli bir roman, iç dilimden anlayan şarkılar, sırt çantası, manzaralı bir yerler… Aklıma geldi şimdi Sıla’nın dediği gibi “Hiç iyi gelmez mi deniz havası” Gelmez mi hiç…

Bir yerlere kaçmalı 1-2 günlüğüne… İnsanın kendisini dinlemesi gibisi yoktur, içinden hüzün nehirleri geçtiğinde…

Gizem
Şubat 2012 

Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

TUTAR’LI DİYETİN YENİ ÇOCUKLARI… VE ERMAN…

Bu platformda işle ilgili bir şey paylaşmamaya yeminim vardı, bozdum…

Tutar’lı Diyet’in yeni çocukları oldu çünkü… E-diyetisyen.com’un kıyafetini değiştirdik, kardeşlerini kıskanmasın diye…

Hani ilk göz ağarı diye bir şey vardır ya… İşte o e-diyetisyen… O nedenle çok özel bizim için J
Ama şimdi yeni kardeşleri oldu…


Hepsi için son saatleri saymaktayız biz, doğum sancıları içindeyiz hep birlikte…

Şimdi size birinden bahsedeceğim… İstanbul’a geleli 1,5 sene olmuş… Kimseye doğru düzgün güvenmiyorsunuz eşiniz dışında… Zaten hayatta pek birine güvendiğiniz görülmemiş ya, hadi neyse o başka hikâye…

Bir gün telefon çalmış… Bir iş görüşmesi, kazan-kazan ilişkisi… İyi güzel… O zamanlar daha Tutar’lı Diyet’te ENA Bilişim’de yok… Biri geliyor karşıma oturuyor, güzel güzel internet işlerinden bahsediyoruz, gayet hoş sohbet ve prezentabl… Fazla genç, ama bende öyleyim zaten… Gelecekte şimdinin olgunları yaşlılar, bizler olgunları olmayacak mıyız, sorun yok o nedenle…

O dönemde- sene 2008-  beklenmedik bir iş yapmışım, piyasa beni ajanslarla, bin dolarlarla çalışıyor zannediyor, -ama benim suçum değil, öyle bir iş yapmışım, farkında değilim- ben hala yatak odası taksitimi ödemenin peşinde…

Sonra ne oldu, nasıl oldu,bir anlaşma, güzel işler veee iş ile ilgili ciddi bir tartışma… Ve hayatta beklemeyeceğim kadar sıcak ve içten bir geri dönüş… Alışılagelmedik, kendine has…
Size hiç oldu mu bilmiyorum…

Ama bana hayatımda üç kez oldu…

Tanıştığın biri ile hiçbir alakan yok iken, daha önce tanımışsın hissi… Merak etmeyin, Deja Vu peşinde değilim J Hep elektrik derler, sosyete işi bunlar diye güler geçerim… Yok değil bazen oluyor… Bazen, asla aynı düşüncelerde, aynı hayatlarda, aynı uçlarda olmadığınız ama fazla aynı olduğunuz adamlar çıkıyor karşınıza… İyi ki de çıkıyor ama…

Erman…

Bazen işin, bazen yaşın bazen benim nazım tuzum nedeniyle uçurumların ucundan sürekli dönsek de, - boş ver heyecanlı oluyor böyle J - farklısın sen;  şu üç yanım kalabalıklarla çevrili, yedi dertli dünyamda… Bir tını var aramızda asla çözemeyeceğim, “kardeş kardeşi bıçaklar, döner yine kucaklar” mantığında… Ama ne bilmiyorum…

Bilmekte istemiyorum Erman…

Çünkü durduğun yer çok güzel…

Kimi zaman hayatımın en eğlenceli, kimi zaman en stresli uçlarında olman, belki seni rahatsız ediyor ama her ilişkinin kendine has bir yanı vardır değil mi?

Bazı şeyleri sadece hatrım için yaptığını bilerek ama bunu görmezden gelerek, asla niye bu kadar hatrım olduğunu çözemeyerek, çözmeye de uğraşmayarak ama hep hatrın için katlanamayacağım bazı şeylere katlanarak, her halimi bilerek ama bilmezden gelerek, her halini direk kendi bakış açımla yorumladığım halde yine de bana katlanarak geçen… bu kadar zaman…

İlk buluşmamız 3. Sınıf bir tıp merkezinde, son buluşmalarımız Boğaz manzaralı restoranlarda da olsa…

Bazı hikâyeler vardır… Anlatıldıklarında büyüsü bozulur…

O nedenle bu kadar bu hikâye…

Her şey için teşekkürler…

Emeğini ve sevgini umarsızca ortaya koyduğun her şey için…

Gizem
Şubat 2012
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

SEVİYORUM BU ADAMI YA… BERLİN KAPLANI ATA DEMİRER…

Dün Pazar olmasına rağmen tam 12 saat yeni bir girişim için bilgisayar başındaydım. Tabi ki çok sıkıldım ve çok yoruldum. Bu günde tamamlanması gereken birkaç iş olmasına rağmen, dinlenme kararı aldık ve soluğu uzun zamandır yolunu unuttuğumuz sinemada aldık.

Eşimle oldum olası birlikte film seyretmeyi çok severiz. İşten hep geç çıktığımız ve eve geç döndüğümüz için, film seyrederken ben genelde yorgunluktan uyuyakalsam da, yine de severiz birlikte film seyretmeyi. Evin keyfi dururken, sinema niye fikrini son birkaç senedir benimsemiş olan eşim nedeniyle son 6 aydır sinemanın yollarını unuttuk, hep DVD hep DVD olmuyor, ilgililere duyurulur J

İşten 20.00’de çıkıp Göktürk’e yetişmeyi başararak, 21.00 matinesine “Berlin Kaplanı”na yetiştik. Birer kahve keyfinden sonra salona kurulduk. Oldum olası gece matinelerini çok severim zaten, bir de sinema da 4 kişi olmanın ayrı bir tadı oldu J

Ata Demirer’i oldum olası severim. Diğer stand-upçı, komedyen artık adı her ne ise, onlar ile kıyaslandığında, hep farklı ve insani bulmuşumdur. Esprilerinde, konuşmalarında hep bir samimiyet gizlidir. Cem Yılmaz’ı da çok severim mesela hatta bence Ata Demirer’den daha zekidir ama o kalbine dokunan tını bence yoktur onda.

“Berlin Kaplanı” çok komik bir film mi? Hayır. Çok enteresan bir konusu mu var? Hayır… Ama işte o ince, herkesin yapamayacağı “o” “dokunuşu” katmış yine Ata Demirer işin içerisine. Film sizi alıp götürüyor, siz oluyorsunuz Berlin Kaplan’ı…

Teknik olarak ayrıntısını tabi ki bilemem ama göze hitap etmesi açısından Almanya sahnelerini oldukça sevdim. Sanki süratli giden bir arabada Almanya’yı geziyor gibi geçişler.

Konunun değdiği o ince tını… Aile, sevgi, dürüstlük… Gerisini anlatmayayım tadı kalsın…

Hani iyi bir kahve ile bir parça çikolata yediğinizde ya da muhteşem bir manzarada rüzgâr saçlarınızı okşarken yaşadığınız ama asla tam olarak tarif edilemeyen bir duygu vardır ya, onu yaşatıyor film size…

Ata Demirer… Sen hiç değişme… İşini sadece maddi kazanç için değil hep böyle keyif alarak yap… Hayatın o dokusundan ve bizden biri olmaktan vazgeçme… Ve bu bizden biri olmayı, hep aslında bunu gerçekten sevdiğin için yap…

Ben de her moralim bozulduğunda senin showunda yaptığın MR taklidini videolardan seyrederek kendime geleyim. Bir de şu “Aynalı Otel” mevzu var ama tahmin edersin ki burada o konuya giremiyorum J

Bu arada en büyük hayallerimden biri de, bir gün Ata Demirer’in rakı sofrasına konuk olmak… Anlatanlardan biliyorum, çok uzun olmasının yanı sıra çok keyifliymiş… E bakalım kısmet…

Herkese tatlı rüyalar…

Şubat 2012 – 23.51
Gizem
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS'e gidecekler için kısa kısa...

PARİS’TE ULAŞIM

Metro ile her yere kolayca ulaşmanız mümkün. Metro için toplu satılan kartları kullanmak daha büyük avantaj sağlıyor. Tek tek bilet alınınca daha pahalıya gelebiliyor. Paris Pass kartı var ama Paris şehri için biraz gereksiz kalıyor. Merkezdeki yerleri yürüyerek gezmek çok daha eğlenceli ve Paris yaşamını daha yakından tanıyabiliyorsunuz. Taksiler, sadece taksi duraklarından kalkıyor, yoldan çevirme şansınız yok. Şehir içinde 15 dakikalık bir mesafe için yaklaşık 10-12 euro ödüyorsunuz.

PARİS’E GİDERSENİZ YAPMADAN DÖNMEYİN

-          Louvre Müzesi’ni ziyaret edin. Mona Lisa’ya gülümseyin.

-          Eyfel Kulesi’nin en tepesinde şampanya için.

-          İmkanlar dahilinde ise Lido Show’a gidin.

-          La Duree’de macaron yiyin.

-          Disneyland’a gidin. 





Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS 5. GÜN DİSNEY VİLLAGE VE AYRILMA VAKTİ



Kahvaltıdan sonra, Disneyland otellerinde kalanların akşam güzel vakit geçirmesi ve tabi ki daha fazla alışveriş mantığı ile kurulan Disney Village’e gittik. Burada balon dışında bir aktivite yok. Genelde Disney oyuncakları ve kıyafetleri satan mağazalar ve restoranlar var. Ufak bir alışveriş turundan sonra, havaalanı transferi için otelimize döndük. Uzun zamandır içmediğim ve aslında çok özlemiş olduğum sütlü çaydan bolca içerek ve seyahat kritiği yaparak geçirdik Paris’teki son iki saatimizi…




Sonuç mu? Tabi ki iyiki yapmışız J

PS: Disneyland’a çok yakın bir Outlet Center var. Orada da zaman geçirilebilir. Biz kıyafet alışverişi odaklı gitmediğimiz için çok ilgi alanımıza girmedi.

Gizem TUTAR – Aralık 2011 
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS 4.GÜN WALT DİSNEY STUDIOS

Dünkü adrenalinli geziden sonra, biraz yorgun uyansak da, en çok istediğimiz kısmına geldiğimiz için seyahatin, ayaklarımız davul gibi şiş, topallaya topallaya kahvaltıya inmeyi başardık.

Bu oteldeki kahvaltıda; domates, salatalık olmadığı için ve yumurta da çok yağlı yapıldığı için ben 2 ısırık kruvasan ve bir elma ile hayatımın en ilginç kahvaltısını yaptım. Eşimse sadece 2 dilim baget ve nutella yedi. Fransa’daki hiçbir yemeği sevmeyen eşim, aç kalmamak adına yediği tereyağlı Fransız kurabiyelerinden ve Nutalla’dan iyice tiksinmiş durumda.

Walt Disney Studios, hayatımda gördüğüm en eğlenceli yerlerden biri. Zaten bu seyahat her ne kadar unutulmaz olsa da, hangi gününü yeniden yaşamak istersin deseler, Walt Disney Studios’a gittiğim günü derim hemen.

İlk kısım “Toon Studio” Biraz daha çocuklara özgü bir yer. O nedenle şöyle bir tur attıktan sonra ilgimizi çeken tek yer olan Crush Coaster’a bindik. Aslında sırası biraz daha değişik oldu, çişeleyen yağmur nedeniyle araçlar kapatıldığından ötürü çok karmakarışık gezdik ama ben sırayla anlatmak istiyorum. Crush Coaster, ilginç bir yapı, roller coaster’lar genelde aşağı yukarı, sallanarak falan gider ya, bu bir yerden sonra sadece 360 derece döndürerek hızlı bir şekilde aşağıya yuvarlıyor sizi… Çıktığınızda deniz tutmuş gibi oluyorsunuz…
Backlot kısmında “Armageddon” ile ilgili bir kısım var ki hiç bu kadar sıkılmamıştım bir yerde, bildiğiniz yangın çıkışından kaçtık.

Günde 2 defa gerçekleşen motor ve araba şovun akşamüstü saatindekine katıldık. Muhteşem bir şey… Bir arabanın 200 km hızla nasıl ters gittiğine akıl erdirebildiniz mi hiç aksiyon filmlerinde…Hemen söyleyeyim, araba ters dizayn edilmiş yani ters sürülmüyor… En azından videosunu seyredin… http://bit.ly/vpf47q
Bu bölümün yıldızı Rock’n Rollercoaster with Aerosmith… Muhteşem bir adrenalin… http://bit.ly/tsssgx Normalde en az 45 dakika sıra beklenen bu coasterda bekleme süresi sadece 2 dakika olduğu için biz üç defa bindik. Ayrıca vakit kaybetmemek için ikinci defa binerken bilgi verilen kısmı direk es geçtiğimiz için en öne binmeyi başardık ve tam buna sevinirken, görevli bize dönüp “hadi bakalım iki kişisiniz” demez mi? Disneyland’da bu roller coastera sadece iki kişi ve en önden binmek herhalde her kula nasip olacak bir durum değil…

Studio treni ile yaşadığımız macera anlatılacak gibi değil. O nedenle eşimin telefonundan videosunu bulursam onu paylaşmayı düşünüyorum. Bir de Kıyamet Günü veya Yarından Sonra gibi bir filmde ismini çıkaramadım, yıkıldığını gördüğümüz Özgürlük Heykeli benim belime gelmiyor. Vay insanoğlu diyor insan içinden…
Ve adrenalinin en uç noktası… Tower of terror… Film efektlerinin doruk noktası, çıplak gözle üç boyutlu gerilim animasyonları ile başlayan aksiyon, bir süre sonra hayranlıktan korkuya dönüşüyor. Neden mi? Belinizde sadece bir emniyet kemeri ile 100-150 metreden aşağıya son sürat düştünüz mü hiç… Deneyin derim… Biz doyamayıp iki kere bindik, daha binecektik ama sıra çoğalmaya başladı.



Ve ve ve… Aşkımı yıllar sonra canlı gördüm… Tigger’la buluştum…

Tam da Miki gösterilerine hiç denk gelemedik diye konuşurken, birden Walt Disney karakterlerinin geçiş töreni başladı J



Gün bitti, Disney Village’e geçip yemek yedik… Hayatımda hiç tavuk kanat yerken bu kadar mutlu olmamıştım. Bir süre daha fazla bonfile, kurabiye, kuruyemiş ve hamburger görmek istemiyorum…



Bu dört yorucu günün ardından akşam 20.00’de uyuyakalmışız.

Gizem TUTAR – Aralık 2011 
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS 3.GÜN

İlk iki günde olduğu gibi üçüncü günde erken kalktık ve kahvaltıya indik. Fransız yemek kültürünün bize çok uygun olduğunu söyleyemeyeceğim. Genelde yarı aç yarı tok gezmek durumunda kaldık.

Kahvaltı servisinde; kruvasan, çikolatalı kruvasan ve baget temel karbonhidrat kaynağı. Tereyağı, bal ve reçel ön planda. Fransızlar kahvaltılarını genelde baget, tereyağı ve reçelle ya da kruvasan ve kahve ile yapmayı tercih ediyorlar. Taze meyveler ve meyve salatasına büfede ayrılan yer oldukça büyük. Farklı peynir çeşitleri, yoğurt, meyveli yoğurt, süt ve cornflakes, domates ve salatalıkta bulmak mümkün. Sıcak büfede ise omlet, haşlanmış yumurta, domuz sosisi, Bacon ve haşlanmış kurufasulye yer alıyordu. Nutella, Fransızların vazgeçemeyeceği bir şey… Sadece otelin kahvaltı büfesinde değil, her yerde Nutella çarpıyor gözünüze. Belki sizin gözünüze çarpmaz. Bir karı-koca diyetisyen olunca algıda seçicilik olması gayet doğal.

Tatlı cornflakes, çok yağlı peynir, kruvasan ve kahvaltıda meyve sevmeyen benim işim biraz zor oldu. Paris’te kaldığım süre boyunca omlet, domates,salatalık ve çavdar ekmeği dışında kahvaltı da hiç bir şey tüketemedim. Eşim benden farklı olarak kruvasana biraz daha sıcak yaklaştı.
Otelde fazla konuşunca eşim çözümü ağzıma bant takarak buldu :)
Kahvaltı sonrası lobide eşimle sohbet ederek, Disneyland’daki otelimize transferimizi sağlayacak tur otobüsünü bekledik. Aynı zamanda yanlış bilet aldığımız için Disneyland’dan Eyfel Kulesi’ne gitmemiz gerekecekti akşam. Biraz internetten araştırma biraz da metro haritasından çalışma sonucunda aktarma yaparak da olsa yolun aslında o kadar zor olmadığını keşfettik.

Disneyland’ın çevresinde birçok otel yer alıyor. Bütün otellerden shuttle otobüsler var. Yaklaşık 10 dakikada bir hareket ediyorlar. Yani Disneyland’ın içindeki otelde kalmasanız bile Disneyland’a ulaşmak çok kolay oluyor. Disneyland bölgesinde Kyriad Otel’de kaldık. Kyriad Otel, eski Fransız çiftlik evleri gibi yapılandırılmış ve döşenmiş. Yıldız sayısı Crowne Plaza’ya göre daha düşük olmasına rağmen eşim bu oteli daha sevimli ve sıcak buldu. Kyriad Otel’de odalar aile odası gibi düşünülmüş. İki tek yatak ve ikili ranza yer alıyor odalarda. İlgilileri için http://bit.ly/sGPmtj
Otel çevresinden bir ağaç
Disneyland’ı ayrı anlatmak istiyorum.

O nedenle şimdilik hoşçakalın…

Gizem TUTAR – Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

KARLA BARIŞTIM… PRAGMA’YA GİTTİM… İSTANBUL’UN TADINI ÇIKARDIM…

Yoğun kar yağışı hayatımda derin değişiklikler yarattı…

Başta hepsine olumsuz açıdan bakmayı tercih ettim ve İstanbul’a kar hiç yakışmıyor dedim…

Fikrim Trafik FM’i dinledikten sonra kısmen sabit kalsa da büyük bir kısmı değişti…

Kar yağışı başladığından bu yana birçok olay geçti başımdan…

Facebook’tan beni takip edenler bilir, birkaç gündür çok mutsuzdum…

Kar yağdığı gün en yakın dostumu kaybettim ben… Yok gerçek manada değil, bildiğim kadarıyla Allah’a şükür hala sağlıklı… Sadece ben kaybettim anlayacağınız…

O ilk şok, o ilk kızgınlıklar geçince başta elinizde bir avuç hayal kırıklığı kalıyor… Sonra o da geçmeye başlıyor… İyi günleri ve kötü günleri birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz, buna kabullenme basamağı deniyor sanırım… Biliyorum bu yaranın da kabuk bağlama zamanı geldiğinde; bir şiir, bir şarkı, daha önceden birlikte gidilen bir mekân, bir koku gibi belirgin şeyler hatırlatıyor olacak birbirimizi bize…

Bu kaybın bana öğrettiği en derin şey, en yakın dostun bile olsa beklentilerinin olmaması gerektiği… Beklentin olduğu zaman hayal kırıklığında bir o kadar derin oluyor çünkü… O nedenle Nazım’ın dediği gibi yaşamak lazım biraz… “Yani sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?”

Sonraki gün, çok sevdiğim birinin bir şeye ihtiyacı oldu. Yardımcı olabilme durumum olduğu için şanslı olduğumu gördüm. Ve o yardımcı olma şansı, bana yeni bir dostluğun kapısını açtı. Uzun süredir tanıdığım ama bir türlü o elektriği karşılıklı olarak yakalayamadığımız biri ile aynı kapıdan geçmemizi sağladı bu şans bana… Hani bazı insanlar vardır; karşılıklı olarak karar veremezsiniz birbirinizi sevip sevmemeniz gerektiğine, hep arada o “temkin” buz gibi durur ya, buzların eridiğini gördüm…

Kar yağışının etkileri bu kadarla da kalmadı… Biz Kemerburgaz’da oturuyoruz. Sağlığımla ilgili bir durum yüzünden radikal bir kararla geçen sene taşındık. Her mevsim huzur dolu olan Kemerburgaz’ın kış hali eğer kar yağışında şehre inmek zorunda değilseniz mükemmel, tablo gibi… Ama bizim gibi her gün gitmek zorunda iseniz biraz eziyet oluyor… Bir gün yolda kalınca gitmemek daha iyi mantığında bakıp olaya, bir arkadaşımızda kalmaya başladık birkaç gündür… Üniversite yıllarındaki arkadaş evi ortamı bana gençliğimi geri getirdi sanki...

Hani aslında herkes bilir ama kimse genelde kabul edemez ya… İnsanın yaşı büyüdükçe ortamların bazılarının içerisine yapmacıklık, riya, çıkar girer ve o doğal ortamında yaşanmaz arkadaşlıklar… Ve doğal bir ortam her şeyden daha anlamlı gelebilir insana… Bir öğrenci evinde, İstanbul’a geldiğimden beri, yaşadığım en doğal, en samimi, en içten geceyi geçirdim J Sanki içtiğim en güzel kahve, oynadığım en eğlenceli iskambil oyunu ve yaptığım en keyifli sohbetti. Anlayacağınız 80’li çocukluğumuzdan bir tek kestane eksikti J

Dün bir anda değişti her şey…

Trafik durumu yüzünden aksayan danışan randevularımın arasına bir proje yazısı sıkıştırdım. Hararet içerisinde onun makalesini bilgisayardan hazırlarken, bir an – hep bir andır hayatınızı değiştiren, dikkat edin- kafamı kaldırıp, pencereden baktım… Benim odam gelenler bilir, çok manzaralı bir yer değildir. Yine de kafamı kaldırdığımda dünyanın en güzel manzarası vardı sanki… Karların uçuştuğu, hani hep derler ya lapa lapa yağdığı o saniyeler, çocukluğumun bütün sıcacık anılarını bana getirmesinin yanı sıra umudumu ve enerjimi geri getirdi.

Gün bitti…

VE PRAGMA…

Akşam eşimle birlikte benim çok merak ederek biletlerini aldığım “PRAGMA” isimli oyuna gittik.
Garajistanbul’da Salı akşamları sahne alacak olan PRAGMA’nın konusu çok dikkatimi çekmişti. “Dünya’nın en ünlü seri katilleri bir gün aynı hücrede uyanır…” Tanıtımında geçen “Yaptıklarım yanlış olsaydı bir meleğin beni durdurması gerekirdi…” cümlesi…

Oldum olası cinayet romanlarına, seri katil öykülerine ve gerilim filmlerine bayılan benim için gerilim tiyatrosu muhteşem bir deneyim olacaktı. Oldu da…

Birçok kişinin Kuzey Güney’in Güney’i olarak tanıdığı Buğra Gülsoy bence muhteşem bir iş çıkarmış. Bir oyunun bu kadar gerçekçi ve insanı içine çeken bir yanının olması için öncelikle bu seri katiller ile ilgili ciddi ve uzun soluklu bir araştırma yapmış olması şart. Oyunun her saniyesinde sadece bu emek için bile Buğra Gülsoy’a saygı duyuyorsunuz.

Oyun içine alıp götürüyor… Bir seri katilin bile insan olduğunu fark ettirecek yanları var oyunun… Oyunda aynı zamanda seri katillerin gerçek sözlerine de yer verilmiş… Hepsini tek tek duyduğunuzda aslında mantıklı söylemler diyecek kadar keskin…  Yani her anlamda bıçak sırtı bir oyun…

Oyuncu performanslarına gelince, hepsi birbirinden süper iş çıkarmış olsa da; R.Ramirez rolündeki Serhat Teoman ayrı bir hava estiriyor sahnede… A.Fish rolündeki Mert Öner’de seri katilin soğukkanlılığını damarlarınızdan geçiriyor.

Oyunun final bölümü… “İşte ZEKA kokuyor” dedirtiyor. Hem mantıksal hem de görsel açıdan muhteşem… Uzun zamandır bu kadar düşündüren, heyecanlandıran ve hayranlık bırakan bir oyuna gitmemiştim… Kaçırmayın derim…

Pragma’nın oyuncularına ait bir röportaja buradan ulaşabilirsiniz. 
Röportajı okursanız, zaten izleyici üzerinde bekledikleri etkiyi yakaladıklarını anlarsınız.

Ayakta alkışlıyorum…

VE İSTİKLAL…

Oyundan çıkınca İstiklal karlar içindeydi… Muhteşem gözüküyordu… Durduk, karın yağışını seyrettik ve neredeyse bomboş olan İstiklal Caddesi’nin tadını çıkardık… Ellerimizi tek eldivenin içine sığdırmayı özlemişiz J



Ara sokaklarından, hiç basılmamış karlara basa basa yürüdük, çocukluğumda yaptığım gibi ağzımı açıp gökyüzüne çevirdim – mantığını sakın sormayın J - …

Yeniden doğdum… İçimdeki griliği karla yıkadım…

Şubat 2012
Gizem TUTAR
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

KAÇIŞ...

Kafamın içinde düşünceler dönmeye başladığı her an, kağıt kalem alırım elime küçüklüğümden bu yana… Kafamın içindekiler, kalemle şekillenir ve kağıda dökülür… Kalem kağıt üzerinde kayar gider, ne geri dönüp okumaya ne de düzeltmeye gerek duyarım… Yıllardır kafam bozuk oldukça yazarım yazarım yazarım… Kimi zaman söylenmemesi gereken cümleler vardır aklımda, kalp kırmamak için yazarım… Kimi zaman isyan ederim hayata onu yazarım, kimi zaman sevdiklerime mektuplar yazarım… Çoğu zaman vermesem de... Kimi zaman da – Eskişehir’den Ankara’ya göç ettiğim zamanlardaki gibi- defterler dolusu yazılarıma hiç değer vermem, yakar çıkarım… Yeni bir yola doğru…

Günlerdir sayfalarca yazasım var… Ama elim ne kaleme ne de klavyeye gidiyor… Şu an bile ne yazacağımı bilmeden aklımda uçuşan binlerce kelimeden en öne çıkanları seçmeme bile izin vermeden kendime, yazıyorum sadece…

Yazasım var, yazamıyorum, yazarsam duramam, günlerce haftalarca yazarım gibi geliyor, kendimden korkuyorum…

Kış aylarını sevmem nedense… Kış bana hep hüzün ve sıkıntı verir… Çocukluğumda severdim kar yağmasını… Sonra ne zaman kar yağsa hep arkasından bir şey oldu. Beyin hücrelerimin içerisine yerleşen bu olumsuz mesaj sanırım hep karda kötüyü çağırıyor bana artık… Bu fikirden en kısa zamanda uzaklaşmam gerek, farkındayım…

Kaçışlar üzerine kuruludur hayat biraz da…

Ve her insan farklı türlü kaçar…

Bu günlerde en yakınlarımın tamamı ve ben de farklı sebeplerden farklı şeylere kaçış içerisindeyiz…

Sessizce seyrediyorum sizi…

Kimi kendisini evine sığdırıyor, kafasını toprağa gömmek gibi… Nefes alası yok, alsa da veresi…

Kimisi hep bir suçlu arayışı içerisinde, suçlu bulamayınca ortalıkta kalıyor kendisi de, toparlanmak bilmeyen düşünceleri de…

Kimisi melankoliye kaçıyor… Hep bir durgunluk üzerinde… İki saniye gülse, iki saat susuyor… Suskunluğuna kaçıyor…

Kimi güce kaçıyor… Gücü aramak, daha güçlü olmak isteği tüm dünya dertlerinden uzaklaştırıyor onu…

Kimi serseriliğe vuruyor işe… Nerde akşam, orda sabah…

Kiminin gözünü intikam bürüyor… Her gün intikam yeminler ediyor kendine…

Kimi çocuğuna kaçıyor… Dayanabilme potansiyelini arttırmak için…

Kimi kendini suçlayarak, kimi başkasını suçlayarak, kimi dünyayı suçlayarak kaçıyor…

Ve anlıyorum insanoğlu, biraz da en sevdiğine veya en sevdiği duyguya kaçıyor kendi bilinçaltında…

Ve bende kaçıyorum…

Okuyarak kaçıyorum… Bambaşka dünyalar var romanların içinde…
Mesnevi okuyorum, içimdeki dünyevi yalanları silsin diye… Mevlana’ya kaçıyorum…
Üreterek kaçıyorum… Yeni bir şeyler yaratmaya çalışıyorum, bana bize ait olan…
Arayışa kaçıyorum… Yeni bir şeyler arıyorum kendime… Yeni uğraşlar, yeni bilgiler…
Yeni eskiyi unutturur yalanına kaçıyorum…

Oysa ki hiç kimse kendi sebebinden kaçamıyor… Yanılsamadan ibaret kaçışlar…
Herkesin kendi kaçışının sebebi ortada duruyor hala… Ve aslında herkes bir diğerinin neden ötürü nereye kaçtığını biliyor… Herkes diğerini görmemezlikten geliyor… Çünkü birinin kaçışını yüzüne vurmak, onun yarasını kaşıyıp kanatmak gibi bir şey aslında… Tek çözemediğim herkes, diğerinin yarasına saygı mı duyuyor yoksa o yarayı önemsemiyor mu? İş kaçmaya gelince, ego ağır basıp herkes kendi yoluna mı bakmaya başlıyor yoksa?

Kaçıyorum… Hayatın derin sorularına…

Bir soru işaretinin daha kuyruğundan tutmak demektir belki de kaçışın sonu…

Ocak 2012
Gizem


Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

BAŞLIKSIZ BİR YAZI...BURAK ÖNAL'A GELSİN...

Hayatın daha önceden çok üstünüze geldiği zamanlar oldu mu?
Benim oldu…Yaşıtlarımdan hep önde gitmek zorunda kaldığım zamanlarda; bir çocuğun “büyük adam olduğunda” öğrenmesi gereken şeylerin birçoğunu çok daha önceleri öğrenmek zorunda kaldım… Aslında hepsini anlatabilecek olgunluğa ulaştım sanıyorum… Çünkü birinin geçmişini veya başına gelen olayları anlatabilmesi onları tamamen kabullenebilmesine ve onları da hayatın bir parçası olarak görmesine bağlıdır, ve bu da bir pişme süreci gerektirir. Biliyorum ki daha çok pişeceğim aynı fırının farklı alevlerinin içinde…
Baştan söylemeliyim, bu bir ajitasyon veya iç parçalama yazısı falan değil. Ulaşmak istediğim hiçbir amaç veya yer yok. Sadece insanım ve son bir haftada insana dair duyguların pek çoğunu aynı anda yaşama mecburiyetinde kalarak, kalkanlarımı biraz indirip yeniden insan olduğumu fazlasıyla hatırladım… Belki bu hafta bambaşka bir yerde, bambaşka bir zaman diliminde insan olduğunu içi acıyarak hatırlayan birileri daha vardır diye düşündüm… Bari o yalnız kalmasın diye yazmış olabilirim.

Hayatın birçok alanı vardır. Kendi kişisel alanınız, özel ilişkiniz, sosyal çevreniz, sağlığınız, kariyeriniz vs. vs… Bir alanda işler iyi gitmediğinde öbür alanların güzelliklerini hatırlamak her zaman işe yarasa da, gün gelir hayat çarkında birden fazla alan hava kaçırmaya başlayan bir tekerlek gibi davrandığında işler biraz pembeden griye dönüşebilir.

Pembeden griye dönüşüm ilk başladığı anda, ilk hissettiğim duygu hayatımın geri kalan rotasını yönlendirir. Eşim her zaman der ki “Hayatımda tanıdığım en zeki mantıksız sensin” Oysa, kimi olaylarda mantık kimi olaylarda zeka aranmamalıdır. İkisi birbirine hiç kavuşamayan güneş ile ay gibidir. Aslında çok iyi bilir ama bana söylemez nedense, ben bazen sadece iç sesime bırakırım olayların akışını…

Bu güne kadar hayır gibi gözüken bir çok şerden beni kurtaran, şer gibi gözüküp gerekli sabrı gösterdiğimde içindeki hayrı bulmamı sağlayan iç sesim, benim kardeşim gibi…

Hayatta tek çocuk olmanın çok dokunduğu zamanlar vardır insana… İşte o zamanlarda iç sesim kardeşim olur, beni yatıştırma kapasitesine sahip tek varlık O’dur şu dünyada…

Bu yazı aslında hiç var olmayacaktı. Çünkü içim gri tonlarında bir gök kuşağı tınısında şu aralar… Ama hep dediğim gibi aşığım ben hayatıma… Bana verdiği güller yanında, arada ellerimi dikenleri ile kanatmış çok mu?

LOST dizisi tadındaki hayatımda (ne hikmetse hayatımdaki en alakasız insanların bile bir diğeri ile alakası çıkıyor bir süre sonra, sanırım Dünya’daki herkes birbirine 7 kişi aracılığı ile ulaşabilir tezi doğru J ) hiç beklemediğim uzantılardan, hiç beklemediğim bir reklam arasının sonunda hayatıma giren ve bu sayfayı hazırlayan Burak Önal kardeşim “abla madem otur çalkantılarını yaz” cümlesinden yola çıkarak yazdığım, deneme tadında olup ne olduğu özünde belli olmayan bu yazı için eğer ki boş bir seda imgesi yarattıysam üzerinizde özür dilerim…

Sonuçta sözün özü…
Pandora’nın kutusu istediği kadar açılsın… Umut dışarı kaçabilir mi sanıyorsunuz?

Ocak 2012
Gizem
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

DİSNEYLAND PARİS – 3.GÜN


Bizim çocukluğumuzda şimdinin çizgi film kahramanları yoktu. Çocuklardan duyduğum çizgi film karakterlerinden birini bile tanımıyorum. Onlar da benim onlara söylediğim çizgi film karakterlerini pek önemsemiyor. O nedenle Disneyland, şimdinin çocuklarının eğlenebileceği bir alan sadece. Oysa bizim dönemimizdeki yetişkinler için aynı zamanda bir nostalji durumu yaratıyor.

Çocuklar kadar heyecanlı bir şekilde Disneyland’a ulaştığımızda aklımda sevdiğim tüm çizgi film karakterleri uçuşuyordu. Miki, Mini, Pluto, Tiger – ben bir zamanlar Tiger’a aşıktım- - Hatta ondan önceki aşkım da Pembe Panterdi, 6 yaşına kadar onunla evlenebileceğime inandım- Yüzümüzde kocaman gülümseme biletlerimizi okuttuk, turnikeden geçtik ve Aman Allahım! Burası apayrı bir dünya… Hani beni orda unutsanız, ben Mikiyle Miniyle takılabilirim bundan sonraki yaşamımda… O derece yani…

Disneyland aslında üç kısımdan oluşuyor diyebiliriz. Disneyland Park, Walt Disney Studios ve Disney Village.
                
Disneyland Park;  Main Street, Frontierland, Fantasyland, Adventureland ve Discoveryland. Normalde ilkbahar ve yaz döneminde her bir eğlence parkuru için en az 30-45 dakika beklemeniz gereken Disneypark, bizim gittiğimiz dönemde son derece sakindi. En fazla 13 dakika bekledik. Yani çok şanslıydık.


Disneyland Park’a girince hemen girişteki haritalardan alıp zamanlama planı yapmalısınız. Özellikle kalabalık bir dönemde gidiyorsanız. Main Street, Disney’e özgü bir alışveriş merkezi aslında. Birden çok dükkan –ki porselene kadar satış yapıyorlar- yan yana dizilmiş eski bir çarşı havasında. O ortamda kendinizi bir çizgi filmin içinde hissetmeniz çok doğal.

Daha çok küçük çocuklar için oluşturulmuş Fantasyland’ı hızlı geçebileceğimizi düşünerek o bölge ile başladık. Pinokyo, Pamuk Prenses ve 7 cüceler, Uçan Fil Dumbo, Alice Harikalar Diyarı’nda yer alıyor.
                Her ne kadar çocuklar için desek de, bizim daha ruhumuz çocuk, ne Pinokyo’nun hayatı kaldı geriye ne de Uçan Fil Jumbo’nun dönme dolabı.
                
Alice’e ve Şapkacı’ya aşığımdır ben. İlk okumayı öğrendiğimde, ilkokul öğretmenimin okumamı tavsiye ettiği “Bir Eşeğin Anıları” – neden böyle olduğum belli J - kitabından sonra Alice Harikalar Diyarını okumuştum… O günden beri çizgi filmi, sinema filmi derken Alice ile ilgili hiçbir aksiyonu kaçırmadım. Alice Harikalar Diyarı’nda kitabı Oxford’da yazılmış bir roman. O kadar şanslıyım ki, gerçek Alice’in evini, kitabın yazarının yaşadığı yerleri hep gezme imkanı bulmuştum… Ama onu başka bir blog yazısında anlatacağım.
E ben bu kadar Alice ve Şapkacı’ya aşıkken, tabi Fantasyland kısmında en çok zamanı burada geçirdik. Yıllar boyunca Alice Harikalar Diyarı’nda kitabının çocuklar için mi yetişkinler için mi yazıldığı tartışıla dursun, Lewis Carroll kitabı benim için bile yazmış olabilir doğrusu J










İkinci durağımız Discoveryland oldu. Captain EO üç boyutlu filmi (Michael Jackson), Lazer oyunu –uzaylıları vuruyorsunuz, çok keyifli- , Stars Tour ve Space Mountain… Kalabalık dönemde gidiyorsanız kaçırılmaması gereken en önemli aksiyon Space Mountain. Nasıl bir şey merak ediyorsanız videosuna http://bit.ly/uBdA4x ulaşabilirsiniz. Süper bir roller coaster.

Üçüncü olarak Adventuraland’a geçtik. Burada en çok ilgi gören Indıana Jones. Yine Karayip Korsanları sırası en uzun yerlerden biri. En çok burada sıra bekledik. Disneyland’da fast pass diye bir imkan var. Biletinizi okutup rezervasyon yaptırıyorsunuz. Sonra saatiniz gelince aynı araca gidiyorsunuz ve sıra beklemeden giriyorsunuz. Space Mountain ve Indiana Jones için bu imkanınızı bence değerlendirin. Abartmıyorum Karayip Korsanları tam bir görsel şölen…Çıkışta da korsanlarla fotoğraf çektirme imkanınız var. Karayip Korsanları alanında aynı zamanda güzel bir restoranda mevcut. Siz trenin içinde giderken restorandaki insanlar sizi izliyor J

Biz farkında olmadan Frontierland’a geçip bütün alanı gezip, orayı Adventureland’ın devamı sanıp, “eyvah yetişmedi” triplerine girdik, siz aynı hatayı yapmayın J

Frontierland’da benim en çok sevdiğim yer Alaaddin’in köyü oldu. Çok başarılı dizayn edilmiş bir alan. Yabancı yemekleri tüketmekte zorlanıyorsanız burada bir dönerci de var. Burda botla göl gezintisine çıkabilirsiniz, bizim bir tek yetişemediğimiz bu oldu. Frontierland’da en çok ilgi çeken ise Big Thunder Mountain. Bu da çok eğlenceli bir roller coaster, oldukça da hızlı… İlgisini çekenler izleyebilir http://bit.ly/v9pHU6








Phantom Manor’da mutlaka unutulmaması gereken bir korku tüneli… Hepsi gibi unutulmaz…
Big Thunder Mountain

Phantom Manor
Disneyland Park’ı tamamen bitirmiş olmanın gururu ile akşam Eyfel Kulesi’ni ziyaret etmek için otele dönüyoruz.

Gizem TUTAR – Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS…PARİS…3.GÜN – ve sonunda EYFEL…

Online bileti yanlış tarihe aldığımız için tekrar Paris merkeze dönüyoruz. Disneyland’ın hemen önünden kalkan trenlerle şehre ulaşmak mümkün. 5-6 euroluk bir bilet gerekiyor. Yalnız eşim sonradan fark etti ki, normal metro biletini de okuyor turnike… Biz çözemedik belki siz çözersiniz J

30-40 dakikalık bir tren yolculuğundan sonra, Eyfel’e yürüme mesafesinde olan bir durakta indik. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra Eyfel bütün ihtişamı ile yeniden karşımızdaydı. Rezervasyon saatimiz gelene kadar banklarda birer kahve içtik. Büyük boy sütlü kahvenin 2 euro, 500 ml suyun 3 euro olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Girişteki aramaları geçtikten sonra, asansöre bindik. Birinci ve ikinci katında restoranların olduğu Eyfel Kulesi’nin en üst katına çıkmak için 2. Katta asansörü değiştirmek gerekiyor.


Ben o manzarayı kaçırmamak için asansörün camlı yanından ayrılmasam da, eşim yükseklik korkusu nedeniyle tam ters istikamette durdu.

Burayı uzun uzun anlatmak istemiyorum… Hakikaten gidin ve yaşayın…

Eyfel Kulesi’nden aşağı indiğimizde, uygun fiyatlı alkollü içecek almak için bir dükkan bulmamız gerekti. Çünkü Disneyland bölgesinde o tarz yerler yok. Biz de direk Disneyland’dan havalimanına geçeceğimiz için o gece bu alışveriş işini halletmemiz gerekti. Ufak bir dükkandan ihtiyaçlarımızı aldık ve metroya doğru yürüdük. Metrodan trene aktarma yapmamız gerekti. Metro’da problem yokta, trene geçerken aynı hattan giden iki tren olduğunu fark etmeden ilk duran trene kendimizi attık…Ve iki durak sonra yanlış trende olduğumuzu anlayıp indik. İndiğimiz tren durağının korku filmlerinden aşağı kalır yanı yoktu. Elimizde ağır paketler, rüzgardan uçuşan gazeteler, idrar kokan bir tren istasyonu… Tam da ne yapacağız derken, zenci bir amca yanımızda bitiverdi “Bir şeye ihtiyacınız var mı” diye… Sorduk, yolu gösterdi. Trene sonunda binmeyi başardık.



                
Fakat tren ve trendeki tiplerin pek hoş ve sağlam pabuç gözüktüğünü söyleyemem. İçimden diğer hat daha iyiydi diye düşünürken eşim “Çevrene bir bak, bir tuhaflık yok mu” dedi. Tuhaflığın tam olarak ne olduğunu size açıklayamayacağım ama tuhaftı. Son 3 durak kala koca vagonda sadece ben, eşim ve bir bayan kaldık. Sonra tren durdu. Saat çizelgesinde son tren saati 00.16 gösteriyordu. Saatse daha 23.20’iydi. Biz ne olduğunu anlamaya çalışana kadar yanımızdaki bayan “Sefer bitti, tren son 3 durağı gitmeyecek” dedi. Allah’tan en ön vagondaymışız. İndik, kondüktör bayana saatin daha erken olduğunu söyledim, o da bana sizden başka müşteri yok başka bir yol bulun dedi. İçimden diyorum “Hani bayılıyoruz ya Avrupalıya, al sana Avrupa’lı, bir de saat ve zamanlama konusunda bizi beğenmezler…” Her neyse, ben başladım kadınla tartışmaya. Eşim ve diğer bayanda beni seyrediyor. İndirdiği durak ıssız ve karanlık, sokak lambası bile yok. Tamam cesurumdur, macerayı severim de her şeyin de bir haddi var! Kondüktöre, götürmek zorundasınız daha son saat değil, biz turistiz, buradan dönemeyeceğimize göre polis çağıralım bari o götürsün dedim bir çırpıda… Korku denilen şey unuttuğun yabancı dil kelimeleri bile bir anda hatırlatıveriyor. Kadın tamam götüreyim deyip koltuğuna yeniden döndü, bizde 3 durak daha gidebildik. Eşimin bu konu hakkındaki eşsiz yorumu – sağolsun bütün yakınlarımıza da anlattı- “Gizem, İngilizce bile tartışabiliyor. İnsanın ruhunda olmaya görsün” oldu.

Durun daha olay bu kadarla bitse! Disneyland’ın yanındaki tren istasyonunun kapanış saati 01.00 gözükürken, saat daha 00.00 olmamasına rağmen bütün çıkışları kapatmışlar. Kaldık tren istasyonunun içinde! Ne yapacağız derken, alçak bir turnike ilişti gözümüze, tam atlayalım bari diye düşünürken, uzaktan bir bayan geldi kendi kartını okuttu ve bizi istasyondan –Allah razı olsun ki- çıkarttı. Ve bütün bu aksiyon, Absent markalı içkiyi alabilmek için oldu sanırım J

Böyle bir günün ardından su toplayan ayaklarımızı yukarı kaldırıp, uyuduk…

Gizem TUTAR - Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş
9