RSS

KAÇIŞ...

Kafamın içinde düşünceler dönmeye başladığı her an, kağıt kalem alırım elime küçüklüğümden bu yana… Kafamın içindekiler, kalemle şekillenir ve kağıda dökülür… Kalem kağıt üzerinde kayar gider, ne geri dönüp okumaya ne de düzeltmeye gerek duyarım… Yıllardır kafam bozuk oldukça yazarım yazarım yazarım… Kimi zaman söylenmemesi gereken cümleler vardır aklımda, kalp kırmamak için yazarım… Kimi zaman isyan ederim hayata onu yazarım, kimi zaman sevdiklerime mektuplar yazarım… Çoğu zaman vermesem de... Kimi zaman da – Eskişehir’den Ankara’ya göç ettiğim zamanlardaki gibi- defterler dolusu yazılarıma hiç değer vermem, yakar çıkarım… Yeni bir yola doğru…

Günlerdir sayfalarca yazasım var… Ama elim ne kaleme ne de klavyeye gidiyor… Şu an bile ne yazacağımı bilmeden aklımda uçuşan binlerce kelimeden en öne çıkanları seçmeme bile izin vermeden kendime, yazıyorum sadece…

Yazasım var, yazamıyorum, yazarsam duramam, günlerce haftalarca yazarım gibi geliyor, kendimden korkuyorum…

Kış aylarını sevmem nedense… Kış bana hep hüzün ve sıkıntı verir… Çocukluğumda severdim kar yağmasını… Sonra ne zaman kar yağsa hep arkasından bir şey oldu. Beyin hücrelerimin içerisine yerleşen bu olumsuz mesaj sanırım hep karda kötüyü çağırıyor bana artık… Bu fikirden en kısa zamanda uzaklaşmam gerek, farkındayım…

Kaçışlar üzerine kuruludur hayat biraz da…

Ve her insan farklı türlü kaçar…

Bu günlerde en yakınlarımın tamamı ve ben de farklı sebeplerden farklı şeylere kaçış içerisindeyiz…

Sessizce seyrediyorum sizi…

Kimi kendisini evine sığdırıyor, kafasını toprağa gömmek gibi… Nefes alası yok, alsa da veresi…

Kimisi hep bir suçlu arayışı içerisinde, suçlu bulamayınca ortalıkta kalıyor kendisi de, toparlanmak bilmeyen düşünceleri de…

Kimisi melankoliye kaçıyor… Hep bir durgunluk üzerinde… İki saniye gülse, iki saat susuyor… Suskunluğuna kaçıyor…

Kimi güce kaçıyor… Gücü aramak, daha güçlü olmak isteği tüm dünya dertlerinden uzaklaştırıyor onu…

Kimi serseriliğe vuruyor işe… Nerde akşam, orda sabah…

Kiminin gözünü intikam bürüyor… Her gün intikam yeminler ediyor kendine…

Kimi çocuğuna kaçıyor… Dayanabilme potansiyelini arttırmak için…

Kimi kendini suçlayarak, kimi başkasını suçlayarak, kimi dünyayı suçlayarak kaçıyor…

Ve anlıyorum insanoğlu, biraz da en sevdiğine veya en sevdiği duyguya kaçıyor kendi bilinçaltında…

Ve bende kaçıyorum…

Okuyarak kaçıyorum… Bambaşka dünyalar var romanların içinde…
Mesnevi okuyorum, içimdeki dünyevi yalanları silsin diye… Mevlana’ya kaçıyorum…
Üreterek kaçıyorum… Yeni bir şeyler yaratmaya çalışıyorum, bana bize ait olan…
Arayışa kaçıyorum… Yeni bir şeyler arıyorum kendime… Yeni uğraşlar, yeni bilgiler…
Yeni eskiyi unutturur yalanına kaçıyorum…

Oysa ki hiç kimse kendi sebebinden kaçamıyor… Yanılsamadan ibaret kaçışlar…
Herkesin kendi kaçışının sebebi ortada duruyor hala… Ve aslında herkes bir diğerinin neden ötürü nereye kaçtığını biliyor… Herkes diğerini görmemezlikten geliyor… Çünkü birinin kaçışını yüzüne vurmak, onun yarasını kaşıyıp kanatmak gibi bir şey aslında… Tek çözemediğim herkes, diğerinin yarasına saygı mı duyuyor yoksa o yarayı önemsemiyor mu? İş kaçmaya gelince, ego ağır basıp herkes kendi yoluna mı bakmaya başlıyor yoksa?

Kaçıyorum… Hayatın derin sorularına…

Bir soru işaretinin daha kuyruğundan tutmak demektir belki de kaçışın sonu…

Ocak 2012
Gizem


Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

BAŞLIKSIZ BİR YAZI...BURAK ÖNAL'A GELSİN...

Hayatın daha önceden çok üstünüze geldiği zamanlar oldu mu?
Benim oldu…Yaşıtlarımdan hep önde gitmek zorunda kaldığım zamanlarda; bir çocuğun “büyük adam olduğunda” öğrenmesi gereken şeylerin birçoğunu çok daha önceleri öğrenmek zorunda kaldım… Aslında hepsini anlatabilecek olgunluğa ulaştım sanıyorum… Çünkü birinin geçmişini veya başına gelen olayları anlatabilmesi onları tamamen kabullenebilmesine ve onları da hayatın bir parçası olarak görmesine bağlıdır, ve bu da bir pişme süreci gerektirir. Biliyorum ki daha çok pişeceğim aynı fırının farklı alevlerinin içinde…
Baştan söylemeliyim, bu bir ajitasyon veya iç parçalama yazısı falan değil. Ulaşmak istediğim hiçbir amaç veya yer yok. Sadece insanım ve son bir haftada insana dair duyguların pek çoğunu aynı anda yaşama mecburiyetinde kalarak, kalkanlarımı biraz indirip yeniden insan olduğumu fazlasıyla hatırladım… Belki bu hafta bambaşka bir yerde, bambaşka bir zaman diliminde insan olduğunu içi acıyarak hatırlayan birileri daha vardır diye düşündüm… Bari o yalnız kalmasın diye yazmış olabilirim.

Hayatın birçok alanı vardır. Kendi kişisel alanınız, özel ilişkiniz, sosyal çevreniz, sağlığınız, kariyeriniz vs. vs… Bir alanda işler iyi gitmediğinde öbür alanların güzelliklerini hatırlamak her zaman işe yarasa da, gün gelir hayat çarkında birden fazla alan hava kaçırmaya başlayan bir tekerlek gibi davrandığında işler biraz pembeden griye dönüşebilir.

Pembeden griye dönüşüm ilk başladığı anda, ilk hissettiğim duygu hayatımın geri kalan rotasını yönlendirir. Eşim her zaman der ki “Hayatımda tanıdığım en zeki mantıksız sensin” Oysa, kimi olaylarda mantık kimi olaylarda zeka aranmamalıdır. İkisi birbirine hiç kavuşamayan güneş ile ay gibidir. Aslında çok iyi bilir ama bana söylemez nedense, ben bazen sadece iç sesime bırakırım olayların akışını…

Bu güne kadar hayır gibi gözüken bir çok şerden beni kurtaran, şer gibi gözüküp gerekli sabrı gösterdiğimde içindeki hayrı bulmamı sağlayan iç sesim, benim kardeşim gibi…

Hayatta tek çocuk olmanın çok dokunduğu zamanlar vardır insana… İşte o zamanlarda iç sesim kardeşim olur, beni yatıştırma kapasitesine sahip tek varlık O’dur şu dünyada…

Bu yazı aslında hiç var olmayacaktı. Çünkü içim gri tonlarında bir gök kuşağı tınısında şu aralar… Ama hep dediğim gibi aşığım ben hayatıma… Bana verdiği güller yanında, arada ellerimi dikenleri ile kanatmış çok mu?

LOST dizisi tadındaki hayatımda (ne hikmetse hayatımdaki en alakasız insanların bile bir diğeri ile alakası çıkıyor bir süre sonra, sanırım Dünya’daki herkes birbirine 7 kişi aracılığı ile ulaşabilir tezi doğru J ) hiç beklemediğim uzantılardan, hiç beklemediğim bir reklam arasının sonunda hayatıma giren ve bu sayfayı hazırlayan Burak Önal kardeşim “abla madem otur çalkantılarını yaz” cümlesinden yola çıkarak yazdığım, deneme tadında olup ne olduğu özünde belli olmayan bu yazı için eğer ki boş bir seda imgesi yarattıysam üzerinizde özür dilerim…

Sonuçta sözün özü…
Pandora’nın kutusu istediği kadar açılsın… Umut dışarı kaçabilir mi sanıyorsunuz?

Ocak 2012
Gizem
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

DİSNEYLAND PARİS – 3.GÜN


Bizim çocukluğumuzda şimdinin çizgi film kahramanları yoktu. Çocuklardan duyduğum çizgi film karakterlerinden birini bile tanımıyorum. Onlar da benim onlara söylediğim çizgi film karakterlerini pek önemsemiyor. O nedenle Disneyland, şimdinin çocuklarının eğlenebileceği bir alan sadece. Oysa bizim dönemimizdeki yetişkinler için aynı zamanda bir nostalji durumu yaratıyor.

Çocuklar kadar heyecanlı bir şekilde Disneyland’a ulaştığımızda aklımda sevdiğim tüm çizgi film karakterleri uçuşuyordu. Miki, Mini, Pluto, Tiger – ben bir zamanlar Tiger’a aşıktım- - Hatta ondan önceki aşkım da Pembe Panterdi, 6 yaşına kadar onunla evlenebileceğime inandım- Yüzümüzde kocaman gülümseme biletlerimizi okuttuk, turnikeden geçtik ve Aman Allahım! Burası apayrı bir dünya… Hani beni orda unutsanız, ben Mikiyle Miniyle takılabilirim bundan sonraki yaşamımda… O derece yani…

Disneyland aslında üç kısımdan oluşuyor diyebiliriz. Disneyland Park, Walt Disney Studios ve Disney Village.
                
Disneyland Park;  Main Street, Frontierland, Fantasyland, Adventureland ve Discoveryland. Normalde ilkbahar ve yaz döneminde her bir eğlence parkuru için en az 30-45 dakika beklemeniz gereken Disneypark, bizim gittiğimiz dönemde son derece sakindi. En fazla 13 dakika bekledik. Yani çok şanslıydık.


Disneyland Park’a girince hemen girişteki haritalardan alıp zamanlama planı yapmalısınız. Özellikle kalabalık bir dönemde gidiyorsanız. Main Street, Disney’e özgü bir alışveriş merkezi aslında. Birden çok dükkan –ki porselene kadar satış yapıyorlar- yan yana dizilmiş eski bir çarşı havasında. O ortamda kendinizi bir çizgi filmin içinde hissetmeniz çok doğal.

Daha çok küçük çocuklar için oluşturulmuş Fantasyland’ı hızlı geçebileceğimizi düşünerek o bölge ile başladık. Pinokyo, Pamuk Prenses ve 7 cüceler, Uçan Fil Dumbo, Alice Harikalar Diyarı’nda yer alıyor.
                Her ne kadar çocuklar için desek de, bizim daha ruhumuz çocuk, ne Pinokyo’nun hayatı kaldı geriye ne de Uçan Fil Jumbo’nun dönme dolabı.
                
Alice’e ve Şapkacı’ya aşığımdır ben. İlk okumayı öğrendiğimde, ilkokul öğretmenimin okumamı tavsiye ettiği “Bir Eşeğin Anıları” – neden böyle olduğum belli J - kitabından sonra Alice Harikalar Diyarını okumuştum… O günden beri çizgi filmi, sinema filmi derken Alice ile ilgili hiçbir aksiyonu kaçırmadım. Alice Harikalar Diyarı’nda kitabı Oxford’da yazılmış bir roman. O kadar şanslıyım ki, gerçek Alice’in evini, kitabın yazarının yaşadığı yerleri hep gezme imkanı bulmuştum… Ama onu başka bir blog yazısında anlatacağım.
E ben bu kadar Alice ve Şapkacı’ya aşıkken, tabi Fantasyland kısmında en çok zamanı burada geçirdik. Yıllar boyunca Alice Harikalar Diyarı’nda kitabının çocuklar için mi yetişkinler için mi yazıldığı tartışıla dursun, Lewis Carroll kitabı benim için bile yazmış olabilir doğrusu J










İkinci durağımız Discoveryland oldu. Captain EO üç boyutlu filmi (Michael Jackson), Lazer oyunu –uzaylıları vuruyorsunuz, çok keyifli- , Stars Tour ve Space Mountain… Kalabalık dönemde gidiyorsanız kaçırılmaması gereken en önemli aksiyon Space Mountain. Nasıl bir şey merak ediyorsanız videosuna http://bit.ly/uBdA4x ulaşabilirsiniz. Süper bir roller coaster.

Üçüncü olarak Adventuraland’a geçtik. Burada en çok ilgi gören Indıana Jones. Yine Karayip Korsanları sırası en uzun yerlerden biri. En çok burada sıra bekledik. Disneyland’da fast pass diye bir imkan var. Biletinizi okutup rezervasyon yaptırıyorsunuz. Sonra saatiniz gelince aynı araca gidiyorsunuz ve sıra beklemeden giriyorsunuz. Space Mountain ve Indiana Jones için bu imkanınızı bence değerlendirin. Abartmıyorum Karayip Korsanları tam bir görsel şölen…Çıkışta da korsanlarla fotoğraf çektirme imkanınız var. Karayip Korsanları alanında aynı zamanda güzel bir restoranda mevcut. Siz trenin içinde giderken restorandaki insanlar sizi izliyor J

Biz farkında olmadan Frontierland’a geçip bütün alanı gezip, orayı Adventureland’ın devamı sanıp, “eyvah yetişmedi” triplerine girdik, siz aynı hatayı yapmayın J

Frontierland’da benim en çok sevdiğim yer Alaaddin’in köyü oldu. Çok başarılı dizayn edilmiş bir alan. Yabancı yemekleri tüketmekte zorlanıyorsanız burada bir dönerci de var. Burda botla göl gezintisine çıkabilirsiniz, bizim bir tek yetişemediğimiz bu oldu. Frontierland’da en çok ilgi çeken ise Big Thunder Mountain. Bu da çok eğlenceli bir roller coaster, oldukça da hızlı… İlgisini çekenler izleyebilir http://bit.ly/v9pHU6








Phantom Manor’da mutlaka unutulmaması gereken bir korku tüneli… Hepsi gibi unutulmaz…
Big Thunder Mountain

Phantom Manor
Disneyland Park’ı tamamen bitirmiş olmanın gururu ile akşam Eyfel Kulesi’ni ziyaret etmek için otele dönüyoruz.

Gizem TUTAR – Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS…PARİS…3.GÜN – ve sonunda EYFEL…

Online bileti yanlış tarihe aldığımız için tekrar Paris merkeze dönüyoruz. Disneyland’ın hemen önünden kalkan trenlerle şehre ulaşmak mümkün. 5-6 euroluk bir bilet gerekiyor. Yalnız eşim sonradan fark etti ki, normal metro biletini de okuyor turnike… Biz çözemedik belki siz çözersiniz J

30-40 dakikalık bir tren yolculuğundan sonra, Eyfel’e yürüme mesafesinde olan bir durakta indik. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra Eyfel bütün ihtişamı ile yeniden karşımızdaydı. Rezervasyon saatimiz gelene kadar banklarda birer kahve içtik. Büyük boy sütlü kahvenin 2 euro, 500 ml suyun 3 euro olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Girişteki aramaları geçtikten sonra, asansöre bindik. Birinci ve ikinci katında restoranların olduğu Eyfel Kulesi’nin en üst katına çıkmak için 2. Katta asansörü değiştirmek gerekiyor.


Ben o manzarayı kaçırmamak için asansörün camlı yanından ayrılmasam da, eşim yükseklik korkusu nedeniyle tam ters istikamette durdu.

Burayı uzun uzun anlatmak istemiyorum… Hakikaten gidin ve yaşayın…

Eyfel Kulesi’nden aşağı indiğimizde, uygun fiyatlı alkollü içecek almak için bir dükkan bulmamız gerekti. Çünkü Disneyland bölgesinde o tarz yerler yok. Biz de direk Disneyland’dan havalimanına geçeceğimiz için o gece bu alışveriş işini halletmemiz gerekti. Ufak bir dükkandan ihtiyaçlarımızı aldık ve metroya doğru yürüdük. Metrodan trene aktarma yapmamız gerekti. Metro’da problem yokta, trene geçerken aynı hattan giden iki tren olduğunu fark etmeden ilk duran trene kendimizi attık…Ve iki durak sonra yanlış trende olduğumuzu anlayıp indik. İndiğimiz tren durağının korku filmlerinden aşağı kalır yanı yoktu. Elimizde ağır paketler, rüzgardan uçuşan gazeteler, idrar kokan bir tren istasyonu… Tam da ne yapacağız derken, zenci bir amca yanımızda bitiverdi “Bir şeye ihtiyacınız var mı” diye… Sorduk, yolu gösterdi. Trene sonunda binmeyi başardık.



                
Fakat tren ve trendeki tiplerin pek hoş ve sağlam pabuç gözüktüğünü söyleyemem. İçimden diğer hat daha iyiydi diye düşünürken eşim “Çevrene bir bak, bir tuhaflık yok mu” dedi. Tuhaflığın tam olarak ne olduğunu size açıklayamayacağım ama tuhaftı. Son 3 durak kala koca vagonda sadece ben, eşim ve bir bayan kaldık. Sonra tren durdu. Saat çizelgesinde son tren saati 00.16 gösteriyordu. Saatse daha 23.20’iydi. Biz ne olduğunu anlamaya çalışana kadar yanımızdaki bayan “Sefer bitti, tren son 3 durağı gitmeyecek” dedi. Allah’tan en ön vagondaymışız. İndik, kondüktör bayana saatin daha erken olduğunu söyledim, o da bana sizden başka müşteri yok başka bir yol bulun dedi. İçimden diyorum “Hani bayılıyoruz ya Avrupalıya, al sana Avrupa’lı, bir de saat ve zamanlama konusunda bizi beğenmezler…” Her neyse, ben başladım kadınla tartışmaya. Eşim ve diğer bayanda beni seyrediyor. İndirdiği durak ıssız ve karanlık, sokak lambası bile yok. Tamam cesurumdur, macerayı severim de her şeyin de bir haddi var! Kondüktöre, götürmek zorundasınız daha son saat değil, biz turistiz, buradan dönemeyeceğimize göre polis çağıralım bari o götürsün dedim bir çırpıda… Korku denilen şey unuttuğun yabancı dil kelimeleri bile bir anda hatırlatıveriyor. Kadın tamam götüreyim deyip koltuğuna yeniden döndü, bizde 3 durak daha gidebildik. Eşimin bu konu hakkındaki eşsiz yorumu – sağolsun bütün yakınlarımıza da anlattı- “Gizem, İngilizce bile tartışabiliyor. İnsanın ruhunda olmaya görsün” oldu.

Durun daha olay bu kadarla bitse! Disneyland’ın yanındaki tren istasyonunun kapanış saati 01.00 gözükürken, saat daha 00.00 olmamasına rağmen bütün çıkışları kapatmışlar. Kaldık tren istasyonunun içinde! Ne yapacağız derken, alçak bir turnike ilişti gözümüze, tam atlayalım bari diye düşünürken, uzaktan bir bayan geldi kendi kartını okuttu ve bizi istasyondan –Allah razı olsun ki- çıkarttı. Ve bütün bu aksiyon, Absent markalı içkiyi alabilmek için oldu sanırım J

Böyle bir günün ardından su toplayan ayaklarımızı yukarı kaldırıp, uyuduk…

Gizem TUTAR - Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS 2.GÜN - MÜZELER

Paris seyahatimizin ikinci günü çok erken başladı. Çünkü Paris’e esas gelme nedenimiz olan Louvre Müzesi’nin ünlü giriş kuyruğundan kurtulmak için tam açılış saatinde orda olmak istiyorduk. Eğer sıra beklemek istemiyorsanız online bilet almanızda fayda var. Aynı zamanda Paris’te ayın ilk Pazar günü birçok müzeye giriş ücretsiz. Bizim gittiğimiz tarihler bu zamana denk geldi.

Louvre Müzesi’ne gidiş metro ile çok kolay. Metro istasyonundan direk giriş kuyruğuna çıkabiliyorsunuz. Beklediğimiz kadar sıra beklemeden girdik. Louvre Müzesi’nde önceden belirlediğimiz noktaları gezeceğimizden ötürü bir yarım gün ayırdık. Fakat tarih bilginiz genişse ve her alanı görmek istiyorsanız Louvre’da geçireceğiniz süre 1,5 gün bile olabilir.
Müze Girişi
Sonunda Dan Brown’un Da Vinci Şifresi’nde Kutsal Kase’nin olduğu yer olarak tarif ettiği ters piramitleri gördüm J Müzede yürüdükçe filmden sahneler geliyor aklınıza.
Paris'e dair en büyük hayalim :)
Mutlaka müze girişindeki haritayı yanınıza alın. Haritaya rağmen kaybolmanız olası. I-pad için yapılan uygulamadan da yararlanabilirsiniz.

Louvre Müzesi’nin en önemli eserlerinden biri tabi ki Mona Lisa. Çevresindeki yasak alan oldukça geniş olunca ve turistlerin en çok ilgi gösterdiği alan burası olunca izdihamımsı bir durum ortaya çıkıyor. Sıra falan yok burada, sistem kim nereye sıkışırsa şeklinde işliyor. Herkesin amacı bu anı hatıraya çevirmek, o nedenle sürekli flaşlar patlıyor. Resim, flaşlara yönelik bir koruma camı ile korunuyor.
Mona Lisa 
Müzede yaklaşık 3 saat süren gezimizden sonra müzenin kafesinde birer kahve içerek soluklanıyoruz. Karşımızda müzenin büyük piramidi yer alıyor. Bu arada müzenin kuyruğu müzenin kocaman bahçesini de aşmış ve sokağa taşmış durumda. Sıranın ucu gözükmüyor. İyi ki erken gelmişiz diyoruz. Sınırlı vakit olunca kuyruklarda geçirdiğiniz her vakit aleyhinize işliyor.


Paris'te sürekli hırsızlara karşı uyarılıyorsunuz. Özellikle Louvre Müzesi gibi ziyaretçi akınına uğrayan yerlerde özel uyarı levhaları bulunuyor. 
Uyarı Tabelaları
Müzeden çıktıktan sonra, sokak boyunca sıra ile dizilmiş olan souvenir dükkanlarını geziyoruz. Arkadaşlarımıza birkaç küçük hediye aldıktan sonra, uzun bir yürüyüş bizi bekliyor. Bu günkü ikinci durağımız Notre Dame. Küçüklüğümden beri en sevdiğim hikâyelerden ve çizgi filmlerden olmuştur Notre Dame’ın Kamburu. Esmeralda’nın uzun saçları ve güzel yüzüne ne kadar hayransam, Quasimodo’nun alay konusu olmasına da hep bir o kadar üzülmüşümdür.
Kiliseye doğru yürürken
Turumuz boyunca sokakların simetrisine hayran kalıyoruz. Yol üzerinde rastladığımız bir kilise ve Royal Palace’ı gezdikten sonra, Paris’in ünlü köprülerinden birinden geçerek Notre Dame’ye ulaşıyoruz. Hem şapel hem de kilise çanının olduğu yeri ziyaret için iki ayrı sıra var ve ikisi de birbirinden uzun. Yaklaşık yarım saat kuyruk bekledikten sonra, kilise çanının tepesine çıkmak için dar, eski, kaygan ve fazla eğimli merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. O kadar çok merdiven var ki, insan hiç bitmeyecekmiş sanıyor. Sağ ayağımda merdiven çıkarken hala sorun yaşadığım için, bayağı tedirgin çıktım basamaklardan, zaten o andan “bunun bir de inmesi var” düşüncesi takılıyor aklınıza.

Yukarıdaki manzara çok güzel. Paris’i dört bir yandan izliyorsunuz. En önemli binaların bir çoğunu buradan görebiliyorsunuz. Çanın yanındaki bu balkonda en fazla 15 dakika kalmanıza müsaade var. Sonra diğer grup, merdivenleri çıkmaya başlayacağından siz de diğer taraftaki iniş merdivenlerine geçmek durumundasınız. Ben merdivenleri boşken daha rahat ineceğimi düşündüğümden biraz daha erken ayrıldım gruptan.
Kiliseden manzara


Yoruldum, ölüyorum ama vazgeçmem bakışı :)
Çıkışta bir banka oturup biraz dinlendikten sonra diğer durağımız olan Rodin Müzesi’ne gitmek için metro durağına yürüyecek halimiz kalmadığından ötürü taksiye bindik. Notre Dame ile Rodin Müzesi’nin arası yaklaşık 10 Euro tuttu.

Rodin Müzesi, küçük fakat çok sevimli bir müze. Bence Paris’te kesinlikle ziyaret edilmesi gereken müzelerden biri. Eserlerini gördükçe Rodin’e hayran kalıyorsunuz. Zamanında söylediği “Taşın fazlasını atıyorum,geriye heykel kalıyor” sözü geliyor aklınıza.
Türklerin "Düşünen Adam"a bakış açısı tüm Dünya'dan farklı :)
Rodin Müzesi’nde en çok dikkat çeken eser tabi ki “Düşünen Adam” Müzenin içinde irili ufaklı çalışmalarını görseniz de bronzdan yapılmış olan büyük heykel çok daha dikkat çekici. Eşimle konuşuyoruz Düşünen Adam’ın karşısında otururken. Türklerin Düşünen Adam Heykeli’ne bakış açısı tüm dünyadan daha farklı aslında. Rodin’e hayran kalmak isteyenlere http://www.musee-rodin.fr/

Rodin Müzesi’ne çok yakın olan Tombeau de Napoléon’a geçtik. Muhteşem bir yapı. Yol boyunca ilerlerken eski Türk filmlerinden aklımızda kalma “Napolyon, üç şey demiştir: Para,para,para” şarkısı eşliğinde ilerledik. Meydanda yer alan topların Elysee Sarayı’na dönük tutulmasının sembolik bir anlamı olduğunu öğrendik. Fransız halkının özgürlüğünü ifade edip, eğer gerekirse Fransız halkının tekrar silahlanabileceğini anlatıyormuş. Alandan çıkıp arkanıza döndüğünüzde yine muhteşem bir simetriyle karşılaşıyorsunuz. Her alanı tarihi eser olan Paris’e hayran olmamak elde değil.

Buradan ayrılıp Eyfel’e doğru bir yürüyüşe çıkıyoruz. Bu yürüyüş esnasında Fransız sokaklarını, Fransız ailelerini inceliyoruz. Huzurlu bir yer. Vakit akşama yaklaşırken etrafı taze baget kokuları sarıyor. Yanımızdan her geçen kese kağıdının içinde bagetle dönüyor evine…
Yolda gördüğümüz ilginç bir sanat eseri :) 
Sokakta yürürken bir Fransız mahallesinin içerisinden geçiyoruz. Sonbahar ve serin olmasına rağmen bazı evlerin pencereleri ve perdeleri açık. Çok güzel evler görüyoruz. Dekorasyon konusunda Fransızların çok zevkli olduğu kesin. Çok geleneksel döşenmiş veya son derece modern. Hiç fark etmiyor, estetik ve göz zevki akıyor evlerden sokaklara.

I-phone navigasyonu ile kaybola kaybola sıkılıyoruz bir süre sonra. Birkaç kişiye sorduktan sonra (işte bu noktada anlıyoruz "Fransızlar Fransızcadan başka dil konuşmaz, zorlanırsınız" cümlelerinin aslında biraz ön yargı olduğunu, inanılmaz kibarlar, en az bizim kadar kötü İngilizce konuşuyorlar ama İngilizce yol tarif ederken nedense çok mutlu oluyorlar...Demek ki "Antalya'da turist görelim, dilimiz gelişsin görüşündeki tek toplum biz değiliz :) )direk Eyfel Kulesi’nin önünde alıyoruz soluğu. Çok kalabalık olduğunu bildiğimiz için Louvre Müzesi’ndeyken online giriş bileti satın almıştık. Online bilet almazsanız, sırada bir gün bile geçirmeniz mümkün. Online bilet alanların geçiş alanı farklı ve neredeyse hiç sıra beklemeden giriş yapıyorlar.

Giriş alanına gelip telefondan satın almış olduğumuz online bileti görevliye gösterdiğimizde çok büyük bir hata yapmış olduğumuzu anlıyoruz. Bileti ertesi güne almışız. Eyfel Kulesi’nin çevresinde ufak bir tur attıktan sonra kendimizi yollara vuruyoruz. Yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüşte çok güzel kafeler, restoranlar, parklar ve bahçeler görüyoruz. Ne yazık ki bunların çoğunun ismini hatırlamıyorum. En sonunda ayaklarımız pes ediyor, bizde dönmeye karar veriyoruz.


Metro girişini ararken bir süpermarkete takılıyor gözümüz. Eşimle en büyük ilgilerimizden biri işimiz gereği süpermarket gezmektir. Kapanma saatine yakın olduğu için sadece yarım saat geçirdik. İnanılmaz bir ürün gamı var. Ayrıca sağlıklı ürün çeşitleri ve diyet yapmak için uygun seçenekler çok fazla miktarda ve çeşitte. Fiyatların Avrupa standartlarına uygun olduğunu düşünsem de ben, eşim biraz pahalı buldu. Birkaç çeşit çay, kahve ve şarap aldıktan sonra marketten çıktık. Şaraplar, Paris'te Türkiye'ye nazaran çok ucuz. Burada alacağınız 30-40 TL'lik bir şarap, orada 2-3 Euro. 

Marketten aldığım ve eve gelince denediğim Lipton’un Karamel aromalı çayı neden Türkiye’de yok demekten alamıyorum kendimi. Lipton gibi bir marka Türkiye’de bu kadar az çeşitle yer almamalı. Az çeşit mi demeyin, marketteki çay rafını görseniz inanın öyle düşünmezdiniz.

Metro ile otele döndükten sonra, ertesi sabah Disneyland Paris’teki otelimize geçmek için eşyalarımızı topluyoruz. Üzerine rahat, mutlu, huzurlu bir uyku çekiyoruz.

Yurtdışını sevmemin bir başka nedeni de orada hiç rüya görmememdir. Normalde her gece rüya ve sıklıkla kabus gören benim için bu bulunmaz bir nimet. Oxford’da yaşadığım dönemde de hiç rüya görmemiştim J Gerçi Fransa’da son gece bu durum bozuldu ve yakın bir arkadaşımla ilgili bir kabus gördüm. Eşimin yorumu çok iyiydi: “Burada rüya görmeye başladıysan buraya alışıyorsun demektir. İstersen Paris’e taşınmayı düşünebiliriz. Baksana bilinçaltın kabullenmiş durumda…”


Gizem TUTAR – Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

DOĞATEPE CAFE&RESTAURANT

Hep gitmek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Doğatepe Restoran’ın o büyülü manzarası ile ilk karşılaşmam birçoğunun olduğu gibi benimde diziler sayesinde oldu. Sonrasında Ramazan ayında çok sevdiğim Celal Pir’in NTV’de yayınlanan programına konuk olduğumda, Doğatepe Restoran’ın hemen yanında manzaranın taa içerisinde çekim yaptığımızda manzaranın büyüsüne kapılıp canlı yayın heyecanını hemen atlatıvermiştim. Hiç unutmam, ayağım kırıldıktan sonra ilk kez topuklu ayakkabı giymiş, gayet temkinli ve korkak yürüyordum. Hayatımda tanıdığım en kibar insanlardan biri olan Celal Pir’in Doğatepe girişindeki patika yolda güvenle yürümem için beni cesaretlendirmesini ve yardımlarını unutamam bu arada…

Meraklıları için program kaydı: 

Geçen hafta eşimle birlikte sonunda Doğatepe Restoran’a akşam yemeği için gitmeyi başardık. Başardık diyorum çünkü hafta içi işimiz geç bittiğinden ve trafik sorunundan ötürü pek Rumelihisarı tarafına gitmiyoruz.

Her zaman olduğu gibi klasik bir navigasyon sıkıntısı yaşadıktan sonra Doğatepe’ye ulaştık. Bizim navigasyon cihazımız çok ilginç, olmayan yolları göstermekte üstüne yok, ciddi anlamda tartışıyorum bazen kendisi ile… Özellikle durup durup “Sağa dön” “Sağa dön” “Sağa dön” demesi beni her ne kadar çıldırtsa da, eşim ile araları ne yazık ki fazla iyi. Bazen cihazı saklayıp kayboldu diyesim geliyor… Anlayın başarısını…

Ordövr tabağı gayet başarılı olsa da, zeytinyağlılar ile pek arası olmayan ben sadece beyaz peyniri tükettim. Beyaz peynir ve rakı ikilisi benim için çocukluğumda çok sevdiğim Laurel&Hardy gibiler J

Ana yemek olarak dana antrkot seçimi yaptık. Et, son derece başarılı ve lezzetliydi. Patates püresi ve haşlanmış sotelenmiş sebzeler ile servis ediliyor. Fakat saat geç olduğu ve arkadan gelen tatlıyı düşündüğüm için patates püresini ve havuç haşlamaları atladım.
               
Manzarası ve zevkli müzikleri ile rakı keyfimizi tamamladı ortam. Kesinlikle yazın yeniden gelmeliyiz diye düşündürdü bizi. Aslında ortam her ne kadar şarap için biçilmiş kaftan olsa da, şarapla arası pek olmayan bizim için alkol alınabilecek her ortam rakı ortamına dönüşebiliyor J

                
Yemeği eşimle paylaştığımız çikolatalı cheesecake ile bitiriyoruz fakat dilim bize göre o kadar büyük ki dilimi bitiremiyoruz J Az şekerli Türk kahvesini içerde değil, balkonda eşsiz manzara ile içtikten sonra, büyük bir keyifle DoğaTepe Restoran’ı en kısa zamanda yeniden ziyaret etmek için sözleşip evin yolunu tutuyoruz.

                
Eh ne de olsa yolumuz uzun, Kemerburgaz’a dönmemiz gerekiyor. Aslında Kemerburgaz çıkışı o yönden gayet kolay olsa da, navigasyonu unutmayın J navigasyondaki kadını sevgiyle kucaklıyorum, ve hala neden bildiğimiz yollara da navigasyonla çıktığımız sorusunun cevabını arıyorum J

Meraklıları için http://www.dogatepe.com.tr/

Gizem TUTAR – Aralık 2011

Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

1.GECE: PARİS'TE LİDO SHOW
Yemekten sonra, ayaklarımızın yürümekten su topladığını fark ettik. Uykusuzluğumuzun 40. Saatlerinde bir kahve içmek biraz iyi geldi. Fransa’da yapmak istediklerimizden biri de ünlü showlarından birini görmekti. Paris’in en önemli showu tabi ki “Moulin Rouge”. İkincisi de “Lido”. 

Moulin Rouge ile Lido’nun temelde iki farkı var. Moulin Rouge, Lido’ya göre biraz daha geleneksel kalıyor, Lido biraz daha modern. Diğer fark ise ücretten kaynaklanıyor. İkisi de pahalı olmakla birlikte, Moulin Rouge, Lido’ya göre ortalama 50 Euro kadar daha fazla. Bu showlar, ciddi anlamda ilgi gördüğünden eğer gitmek istiyorsanız bilet alma işini önceden halletmeniz gerekiyor. Gittiğiniz gün bilet bulma ihtimaliniz yok denecek kadar az. Bizim Lido’yu tercih etme nedenimiz, turumuzun ilk kısmı olan Champs Elysees’nin hemen üzerinde yer almasıydı. Bilet işini ise önceden tur operatörümüz aracılığı ile halletmiştik. Akşam showlarından sonuncusu, - her ikisi içinde 23.30’da başlıyor- diğer showlara göre daha ucuz. Ayrıca her iki show için de yemekli ve yemeksiz tercihleriniz var. Yemeksiz olan showa ½ şişe şampanya dahil. Lido ile ilgilenenler için http://www.lido.fr/ Her iki show için de online rezervasyon yaptırabiliyorsunuz.
Lido Show - Paris
Lido’ya gitmek için oturduğumuz kafeden 23.00’de kalktık. Ne oldu tahmin edin J Tabi ki sıra bekledik. Sırada beklerken en çok dikkat çeken şey ise Fransızların bu showa inanılmaz şık geldiği. O nedenle turist olan hemen anlaşılıyor J Normalde bayanlar için gece kıyafeti şartı aransa da, -ben bunu showun biletini aldıktan sonra öğrendim J- emin olabilirsiniz kot pantolonla da girmeniz problem olmuyor. Ama kendinizi biraz farklı ve tuhaf hissettiğinizi söylemeliyim. O nedenle hazırlıklı olmanızda fayda var.

Dekorasyonunu çok beğendiğimi belirtmeliyim. Yemekli olmayan showu satın almış olanlar, 4-6 kişilik masalarda bir arada oturtuluyor. Bu nedenle biraz rahatsızlık verici. Fakat bu sadece show başlayana kadar devam ediyor. Çünkü show başladığı andan itibaren başka bir dünyaya giriyorsunuz. Yüzlerce farklı dekor ve sanatçının yer aldığı show, hikaye olarak biraz birbirinden kopuk kalsa da, oldukça başarılı. Özellikle dekorlar değişirken kimi zaman ağzınızın açık kalması muhtemel. Benim en çok beğendiğim Mısır piramitlerinin olduğu kısım ve sahnenin ortasından havuz çıktığı bölümdü. Ayrıca showda yer alan sanatçılar gerçekten çok güzel.
                
www.tripadvisor.com adresindeki yorumları takip ediyorsanız, birçok olumsuz yoruma rastlayabilirsiniz. Fiyatları her ne kadar yüksek olsa da, ben kesinlikle aynı fikirde değilim. İlginç bir deneyim… Benim “iyi ki yapmışım” dediklerimden oldu hayatımda.
                
Show esnasında fotoğraf ve video çekmek yasak olsa da, showun kimi küçük kısımlarına youtube’den ulaşabilirsiniz.
                
Showdan çıktığımızda saat 02.00 idi. Metroya ulaşma şansımız olduğu halde uykusuzluğumuz 40 küsur saate ulaştığı için taksiye binmek istedik. Paris’ta taksileri yolda durduramıyorsunuz. Duraklarda beklemek gerekiyor. Taksi durağına doğru yürürken, gecenin bu saatlerinde Champs Elysees’nin ne kadar renkli olduğunu görebiliyorsunuz. Kaldırımlar ve caddeler oldukça kalabalık. Hatta o saatlerde trafiğin biraz sıkışık olduğunu bile söyleyebilirim. Pembe bir Cadillac limuzin görmek ise bence bizim şansımızdı. Gün boyunca caddede 6-7 tane Cadillac gördük, ama en güzeli pembesiydi J
Pembeyi yakalayamadık, bu gündüz gördüğümüz siyah...

                
Otele ulaştık ve tahmin edin ne yaptık J Tabi ki uyuduk…

Gizem TUTAR – Aralık 2011
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş

PARİS…PARİS…

PARİS 1. GÜN
NOT: Fransa ile sorunlar yaşadığımız şu dönemde Paris yazısı paylaşmak istemezdim ama benim de bir yerlerden bloguma tutunmam gerekiyor. Rahatsızlık duyanlardan şimdiden özür dilemek isterim.

Eşimle tanıştığımız günden beri en büyük hayalimiz dünyayı gezmek… Normalde evde vakit geçirmeyi daha çok seven eşim, yurtdışı denilince gezgine dönüşebiliyor. Benim daha önce Londra ve Oxford’u görme şansım olmuştu fakat Paris eşimin ilk yurtdışı seyahati oldu.

                Uzun zamandır gitmek istediğimiz ama bazı sorumluluklar yüzünden ertelemek zorunda kaldığımız yurtdışı gezilerimize sonunda bu Kurban Bayramı ile birlikte başladık. Yani bu sadece bir başlangıç J

                Da Vinci Şifresi kitabından ve filminden sonra ben bazı konularda takıntılı bir insan olarak Louvre Müzesi’nde yer alan piramitleri yakından görmek gibi bir saplantı sahibi oldum, o nedenle de ilk Paris ile başlayalım istedik.

                Fransız milliyetçiliği ile ilgili yargılarımızdan ötürü turumuzu kendimiz planlamak yerine bir firmadan satın aldık. Çok sevdiğim danışanım Güray Bey’in çalıştığı Cafe Tur ile gitmeyi tercih ettik. 

                Turun sadece hizmetlerinden yararlandık ve ekstra turlarına katılmadık o nedenle o konuda bir yorum yapamayacağım. Biz bir hafta önceden dersimize çalışarak, nerelere gitmek istediğimizi ve aktivitelerimizi ayrıntılı olarak planladık. Ve kendi tur programımıza sadık kaldık.

                İlk gün turun sağlamış olduğu panaromik şehir turunda Opera Garnier, Vendome, Concorde, Chatelet  Meydanları, Aleksandr Köprüsü, Meclis Binası, Orsay Müzesi, Louvre Sarayı, Notre Dame Kilisesi, Zafer Takı ve Eiffel Kulesi’ni gördükten sonra şehir merkezindeki otelimize geçtik. Republique bölgesinde kalan Crowne Plaza’da kaldık. İnanılmaz rahat bir otel olmasının yanı sıra, metro durağına yürüme mesafesinde olması diğer bir avantajı. Çevresinde çok sayıda farklı mutfağın olduğu restoranlar yer alıyor. İlgilenenler için: http://bit.ly/syF7Su

Yaklaşık 24 saatlik uykusuzluk sonrası –bir önceki gün 21.30’a kadar çalıştık ve 03.00’de Atatürk Havalimanı’nda olmamız gerekiyordu. – hemen eşyalarımızı bırakıp turumuza başladık. İlk durak tabi ki Champs Elysees Caddesi oldu. Concorde Meydanı’na yakın olan metro durağında inip turumuza başladık. Caddenin her iki tarafında da hiçbir şeyi atlamamaya özen göstererek yürüdük. Dikkatimi en çok çekenler, bir bayan için enterasan olacak belki ama araba galerileriydi. Çok güzel spor arabalar vardı. Bir de cadde üzerindeki Kültür Bakanlığı’nın açtığı turistik bilgi verme merkeziydi. Caddenin tam ortasında Türkiye’nin nadide güzelliklerini barkovizyondan seyretmek ayrı bir keyifli oluyor J



Tabi ki Champs Elysees’de olupta La Duree’ye uğramamak olmazdı. Fransa’ya giden her danışanım veya arkadaşım macaronlarını öve öve bitiremiyordu. Serkan’ı macaron için 20 dakika sırada tutmak pek kolay olmasa da, sonunda almayı başardım. Yürümekten şiş ayaklarımızı dinlendirmek için bir banka oturup, macaron keyfi yaptık. Açıkçası burada kalori sayma olayını bıraktığımı itiraf etmeliyim. Gidenler için özellikle güllü olanı denemelerini öneririm. Gerçekten çok güzeldi. Eşimin tercihi yeşil elmalı olandan yana oldu. İlgilenenler için web sitesi: http://www.laduree.fr/en/scene Söylemeden geçemeyeceğim web tasarımları çok hoş, çünkü çok gerçekçi J



Champs Elysees çok kalabalık. Neredeyse her şey için sıra beklemek zorunda kalıyorsunuz. Ama sıranın en uzun olduğu yer tahmin edeceğiniz üzere Louis Vuitton. Sıra resmen öbür sokağın başında bitiyordu. Eşim bir ara niyetlenmiş olsa da, ben hemen onu bu fikrinden “Nişantaşı’nda hiç sıra yok, oraya gidersin” J diyerek vazgeçirdim. Zaten kıyafet konusunda marka takıntısı sıfır olan benim için o sıraya girmek tamamen vakit kaybıydı. Paris’e sadece alışveriş yapmak için giden insanlardan bu yorumum için özür diliyorum. Fakat bu bir tarz meselesi ve bakış açısı. Meraklıları için http://bit.ly/sVggzh

En kalabalık dükkânlardan biri de Kusmi Tea idi. Küçük fakat şeker bir dükkan. Çalışanları çok sıcak kanlı. Bizde çikolatalı çay ve 5 mini deneme paketi olan özel çaylardan aldık. Çikolatalı çay çok beklediğim gibi çıkmasa da, Detox ve Cool çayları gayet başarılı. İlgilenenler için http://www.kusmitea.com/en/

Burdan caddenin sonunda –pardon biz sonundan başladık, başında yer alan- Zafer Takı’na gittik. Zafer Takı’nın üzerine de çıkabiliyorsunuz fakat bizim hiç dermanımız kalmamıştı. Zafer Takı’ndaysanız çevrenizde 360 derece dönün ve Paris’in ne kadar güzel dizayn edilmiş simetrik bir şehir olduğunu fark edin.


Tüm cadde bittiğinde sanırım biz de uykusuzluğumuzun 36. Saatine girmiştik. Bir cafeye oturduk ve kahvemizi içerken, çevremizde bulunan cafe ve restoranları inceledik. Çok ilginç bir detay var ki, o da Fransızların neredeyse hiç birisi fast-food yemiyor, genelde restoranlarda yemek yiyorlar. Fast-food restoranları bizim çözebildiğimiz kadarıyla göçmenler, turistler ve çok çocuklu Fransız aileler tercih ediyor. Restoranların önünde uzun kuyruklar var. Türkiye’de de restoran önünde sıra beklemekten nefret eden ve bunu anlamsız bulan benim için biraz sinir bozucuydu.

Kahvelerden sonra kalan birkaç dükkanı da gezip, yemek yemeye karar verdik. İyi pişmiş bonfile ve light içecek söyledikten sonra biraz sohbet ettik. Fransızlar, her yemeği bol miktarda patates kızartması ile servis ediyor. Patates dışında garnitür çeşitleri çok az. Ve yurtdışında olduğunuzda beslenmenize dikkat etmek zorlaşıyor çünkü ünlü atasözünün dediği gibi “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yiyor.”

İlk gün turumuz Paris’te böyle geçti.

Fakat gece daha bitmedi J Lido Show’a gittik… O da bir sonraki yazımda…

Gizem TUTAR – Aralık 2011 
Devamını Oku >>


  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS
Paylaş
9